KADİR DAYIOĞLU

Tarih: 02.09.2025 13:16

KURSAK KAVURGASINI SEVER

Facebook Twitter Linked-in

Ne güzel sözlerimiz var; “kursak kavurgasını sever!”, “tilkinin dönüp dolaşacağı yer, kürkçü dükkanı!”  Evet bizim ki de öyle oldu. Ağıza atılacak bir tek meyve olmayınca, oğlum, eşi ve torunumla İstanbul’a gittik. Ağustos başında… Biz karayolu, torunum ve annesi uçakla, eşzamanlı… Evi de komşumuz, her şeyimiz Ahmet’e bıraktık…

***

“Tüfek icat oldu mertlik bozuldu!” hesabı, uçak ile ulaşım kolaylaşınca, uzun yıllar, karayolu ile seyahat etmiyorduk. Bir daha olur mu? Bilemem, iyi de bir seyahat oldu.

***

Mehmet Özhaseki’nin ifadesi ile “Kaymak gibi yoldan” Mucur/Petlas’a ulaştık… Oradan asıl kaymak gibi olan, Niğde-Ankara otoyoluna girdik. Git Allah git, arada çok güzel dinlenme tesislerinde mola, yine asıl kaymak gibi yol Kuzey Anadolu Otoyolu’na girdik…

***

Tabii, girişte/çıkışta epey para ödüyorsunuz. Bir şey dikkatimi çekti, Ankara’ya varmadan önce, “Köfteci Yusuf’ta” ara verdik. Tıklım tıklım doluydu... Demek ki halk, çıkan haberlere itibar etmemiş.

***

Özel otoyollarda, iyi para ödüyorsunuz… O nedenle, trafik pek sıkışık değil. Tabii, insanlar ne yapsın. Ya Kaymak gibi duble yolları ya da kamu otoyollarını tercih ediyor. Özellere, araç garantisi verildiğinden, işletmecilerin umurunda değil. Öyle ya; buralarda ucuz olunca, trafik artınca, yıpranma ya da bakım bedelini kim ödeyecek? Nasıl olsa garantileri var. Hiç araç geçmese de olur…

***

Dedim ya parası olan ya da parasına “kıymayı” bilenler için. Bir de güzel araban varsa… Otoyollar çok güzel… Tek bir sakıncası var, yerleşim yerlerinden geçmediğinden, buralarla ilgili bilgi sahibi olamıyorsunuz. Haliyle, coğrafyadan uzaklaştık. Bizim nesil, seyahat esnasında, güzergahı karış karış bilirdi. O imkan kalktı şimdi.

***

Mesela, 1950’lerde, Kayseri’den Kırşehir’e otobüs kalkardı. Muavin; “Haydi bir, iki, bir, iki… Boğazköprü, Himmetdede, Kalaba, Topaklı, Mucur, Kırşehir!” diye bağırarak müşteri toplardı. Bir anlamda dolmuş gibi çalışırdı otobüsler. Yüklerde, aracın damına konurdu…

***

Herhalde bizim nesil, kağnı, araba, yaylı, at, eşek, otobüs, otomobil, teren, uçakla seyahat eden, tek nesil. O anlamda şanslıyız. Nerden nereye!

***

Oldukça sıcak ve kurak geçen bir ay boyunca İstanbul’da kaldık. Çocukların evi Maslak’ta… O nedenle Emirgan’a, İstinye’ye, Sarıyer’e, sıkıntısız, beş-on dakika da iniyorduk. O nedenle sık sık Boğaz’a indik; yemek yedik. Tabii, her yemek, tuzlu oluyordu ama ne yaparsınız, her zaman gitmiyorsunuz İstanbul’a…

***

Eşime kalça protezi takıldığından, doktorumuz yüzme tavsiye etmişti. Hem meyve yok ve hem de doktor tavsiyesi olunca, eşim her gün üç-dört saat sitenin havuzuna girdi. Allah nazardan saklasın, Boğaz’da girerdi denize… Annelerine çekmiş olacaklar iki kızım, oğlum; üç torunum çok güzel yüzer. Küçük Alp’te yavaş yavaş alışıyor. Henüz beşi yeni bitirdi… O da İTÜ’lü oldu, annesi, babası gibi; İlkokulu’na kaydoldu.

***

Ben de, havuz kenarında bol bol yürüdüm, güneşlendim… Derken, günler çabuk geçti… Kurak ve sıcak ağustosun sonuna geldik, “yeter artık!”; “kürkçü dükkanına dönelim!” dedik. Öyle de oldu.

***

Uçakla döndük ama ne dönüş. Bir saat gecikme ile uçağın içerisinde oturduk. Trafik çok sıkışıkmış, Sabiha Gökçen de… Uçakların birisi iniyor, birisi kalkıyor; peş peşe. Bunu görünce, otomobil ile rahat gitmenin kıymetini anladık…

***

Neyse uzatmayalım, “kürkçü dükkanına” döndük. Şehrinizin kıymetini bilin. Yaşanabilecek ölçekte bir kent. Ama sıkıntı, saat 20.00 oldu mu hayat duruyor. Herkes evine çekiliyor. Kayseri’ye dönüşümüz geç oldu. Saat 22.00. Civarında ekmek alacak yer bulamadık. Mahallemizdeki fırınlar ve marketler kapanmıştı.

***

Sıcak bir ağustos gecesi (31 Ağustos) şehirde kaldık. Tüm pencereleri açtık. Yorganı bırakın pikesiz yattık. Bu yatış bize, Hisarcık’ın kıymetini hatırlamamız neden oldu. Öyle ya, yarım asrı aşkın süre, bu ayda şehirde hiç kalmamıştık. Hayatımın geri kalan günleri, Gürle, Reyhan Bucağı gibi bağlarda geçmişti. Bir de denizde… Çok az zaman şehirde kaldık.

***

Dedim ya, “kursak kavurgasını!” sever… Öğle vakti, “Kıvılcım Akademi”ye uğradım… Beni, dört gözle bekliyorlarmış. Bir, davul zurna eksikti. Nasıl beklemesinler, ben olmayınca, “kumrular” gibi düşünüp duruyorlar. Tabii, bir de “Koca Reis” de Ege sahillerindeydi. O da teşrif etmiş.

***

Herkes, “hoş geldin!”, sırasına girmek için “ayağa” kalktı. Tabii, “koca reis” hariç… O yerinde oturuyordu. Laf lafı açtı… Siyaset, “ne olacak memleketin hali!” derken, konu İttihat ve Terakki’ye ulaştı… Enver Paşa gündeme düştü. Neyse, kavgasız bu konuyu bitirdik. Öyle ya, aramızda sıkı “Enverciler” var.

***

Konu bir ara “kıymalıya” gelince, “o kendini bilir!” diye takıldığım arkadaşım, “işim var!” diyerek izin istedi. “Koca Reis!”, durur mu? “Kıymalı yiye yiye ağzımız yara oldu!”, diye topu bana attı. “Güzel bir fırınağzı yesek olmaz mı?”, dedi.

***

Duymazlıktan geldim, öyle ya; “cep delik, cepken delik, kevgire döndük!”. İçimden; “Allah bana ben de size!”, dedim. Sözümün eriyim… “Fırınağzı” borcum borç ama dediğim şart gerçekleşirse. Söz verdiğim de gerçekleşmemişti. Kısmet değilmiş.

***

Neyse, akşamüzeri Hisarcık’ın yolunu tuttuk; “yorganla” yattığımız ilk gece geçti. Sabah oldu, baktım baktım, ağıza alınacak tek bir meyve yok. Bu yaşa geldim, böyle bir sezon görmedim. Kısmet değilmiş. Nasip olursa, önümüzdeki seneye…


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —