KADİR DAYIOĞLU


ZEYTİNDAĞI

“Zeytindağı”, Atay’ın kaleme aldığı, tarihin kritik bir dönemini, bir imparatorluğun çöküşünü anlatan eşsiz bir eser. Batış yıllarının bir hikayesi.


Falih Rıfk Atay, 4. Ordu Komutanı Cemal Paşa’nın emir subayı. Ortadoğu’nun kan ve barut dolu dönemine tanıklık etmiş. “Zeytindağı”, Atay’ın kaleme aldığı, tarihin kritik bir dönemini, bir imparatorluğun çöküşünü anlatan eşsiz bir eser. Batış yıllarının bir hikayesi.

***

Mehmetçiğin Yemen’de, Aden’de, Kanal’da, Gazze’de ve Arabistan çöllerinde nasıl savaştığını, nasıl kırıldığını ve hatta bir vagon dolusu altını nasıl bıraktığımızı anlatan “Zeytindağı”, tarihimize ibretlik bir belge niteliğinde. Bu hikayeler, askerlerin günlüklerini ve Ahmetlerin, Mehmetlerin adeta bir kumar masasında kaybedilmiş hikayelerini içeriyor.

***

“Zeytindağı”, bir imparatorluğun trajik batışını, keskin gözlemleri ve realist ama hüzünlü bakışıyla anlatır. Tam hikayeyi öğrenmek için “Zeytindağı”nı okumamız gerekiyor. Bu kitap, okuyucularına unutulmaz bir deneyim sunuyor. Siz de bu tarihi dönüşüme tanıklık etmek istemez misiniz? (Buraya kadar alıntı, https://el-kitap.org/zeytindagi-falih-rifki-atay/)

***

Kitabın çarpıcı bölümlerinden birisini kadim dostum, arkadaşım Mak. Y. Müh. Ahmet Doğan Işıkanımsatmış, gönderdiği bir alıntıda. Teşekkür ederim. Ben de aslından (Cumhuriyet yayınları) aldım, bir eksiklik, bir fazlalık olmasın diye.

***

Aslında bu hikaye, bugün Filistin’de yaşanan, insanlık dışı olayların; İsrail tarafından katledilen çocukların, soy kırımın, dramın, vahşetin önsözüdür, methalidir. Yaşanan dramı anlayabilmek için, sahih kaynaklara başvurmak gerekir. Öyle “çakma tarihçilerden” okursak, anlayamayız, geçmişi ve günümüzü.

 ***

Şöyle diyor Atay:

BİZİM İMPARATORLUK (S.37-39)

Zeytindağı'nın tepesindeyim. Lüt denizine ve Gerek dağlarına bakıyordum. Daha ötede, Kızıldeniz'in bütün sol kıyısı, Hicaz ve Yemen var. Başımı çevirdiğim zaman Kamame'nin kubbesi gözüme çarpıyor. Burası Filistin… Daha aşağıda Lübnan var; Suriyevar; bir yandan Süveyş Kanalı'na,öbür yandan Basra Körfezi'ne kadar çöller, şehirler ve hepsinin üstünde bizim bayrağımız! Ben bu büyük imparatorluğun

çocuğuyum.

Çıplak İsa, Nasıra'da marangoz çırağı idi; Zeytindağı'nınüstünden geçtiği zaman, altında, kendi malı bir eşeği vardı. BizKudüs'te kirada oturuyoruz. Halep'ten bu tarafa geçmeyen şey,yalnız Türk kağıdı değil, ne Türkçe ne Türk geçiyor.

Floransa ne kadar bizden değilse, Kudüs de o kadar bizim değildi. Sokaklarda turistler gibi dolaşıyoruz.

Kamame Kilisesi'nin Hıristiyan milletler arasında bölünmüş olduğunu bilirsiniz. İçerisinin her parçası ve kiliseninher hizmeti bir başka cemaatindir. Bu cemaatler yalnız anahtarı pay edememişlerdir. Anahtar bir hocada durur. 

Bütün bukıtalarda biz işte bu hocanın görevini yapıyoruz. Ticaret, kültür, çiftlik, endüstri, binalar, her şey Arapların veya başka devletlerin... Yalnız jandarma bizim idi; jandarma bile değil, jandarmanın esvabı.

Osmanlı saltanatı som bürokrat iken, bürokrasi bile tam Arap, yahut yarı Arap’tır. Türkleşmiş hiçbir Arap görmedikten başka, Araplaşmamış Türk'e az rast geliyordum.

Arap milliyetçiliği güden ŞamlıAzimzadeler, Konya'dangelme Kemik Hüseyin torunları idi. Halep'in esas familyalarının asılları Türklerdi. Osmanlıİmparatorluğundaitibar, azınlığın imtiyazı olduğu için ve Türk unsuru imtiyazsız olduğuiçin herhangi bir Müslüman azınlığın çocuğu olmak, Türk olmaktan daha faydalı idi.

Bir Kürt zaptiye çavuşunun kütüğünden gelen Abdurrahman Paşa, dedesi ve babası vergi çaldığı için zengin, Araplaşmış olduğu için de ayan azası idi. Bu Abdurrahman Paşa,kendi toprağının tamamını ancak harita üstünde görmüştür.

Birinci Millet Meclisi'nde Şer'iye Vekilliği etmiş, Eskişehirli bir Türk hocasının Türkler gibi "ve" demek yerine,Araplar gibi "vua" dediğini belki henüz unutmamış olanlarvardır. Suriye, Filistin ve Hicaz'da:

- Türk müsünüz?

Sorusunun birçok defalar cevabı:

- Estağfurullah! idi.

Bu kıtaların ne sömürgeleştirmiş, ne de vatanlaştırmıştık.Osmanlı İmparatorluğu buralarda, ücretsiz tarla ve sokakbekçisi idi.Eğer medrese ve şuursuzluk devam etmiş olsaydı, Araplığın Anadolu yukarılarına kadar gireceğine şüphe yoktu.… Osmanlı emperyalizmi, şu ana fikirüstünde kurulmuş bir hayal idi: Türk milleti kendi başına devlet yapamaz!

Kudüs'ün en güzel yapısı Almanların, ikinci güzel yapısıyine onların, en büyük yapısı Rusların, bütün öteki binalar İngilizlerin, Fransızların, hep başka milletlerin idi. Gür sakallanbaharat kokan Dürziler, saçları örgülü Yahudiler, elleri meşinleşmiş urban ve entarili Araplar, hepsi,Türk ordusuKanala doğru giderken, dar Suriye ve Filistin kıtasında iki safa ayrılmış:

"-Geç yiğitim, geç!" diyordu.

Fakat bir avuç Türk, bütün kıtayı tuttu.Koskoca çölü, yapı ve bahçelerle donattık.Geç kalmıştık. Artık ne Suriye, ne de Filistin bizim idi.Rumeli'yi kaybetmiştik.Bir realite hissi ile değil, bir tarih hissi ile kendimizi zorluyorduk. 

Anadolu baştanbaşa yapılmak, şehirler, köyler, ev vetarla zengin olmak, Türkler tamamıyla Batılaşmak ve sonra daHalep'ten Kızıldeniz'e doğru, nüfus, teknik ve sermaye ile taşmak lazımdı. Biz ise Anadolu'yu aşıp Halep kapısını vurduğumuz zaman, bayındırlık ve kalabalık görmeye başlıyorduk.

Halep büyük bir şehir, Şam büyük bir şehir, Beyrut büyük birşehir, Kudüs büyük bir şehir ve hepsi ağyar idi. Lübnan havası, bize Dobruca havasından yüz kat daha yabancı idi.

Fakat her yere:

-Bizim, diyorduk.

Şam, evimizkadar bizim, Lübnan bahçemiz kadar bizim... Bu tasarruf ve hüküm hissinin bize damarımızdaki kandan geldiğine şüphe yoktu.Ve kendimizi otelciye, lokantacıya, hatta posta memuruna anlatmak için yavaş yavaş Arapça öğreniyorduk. … “