KADİR DAYIOĞLU


YAKMA YA RABİ!

Bu sıcakta, arazide çalışanların Allah yardımcısı olsun. Bir de dağlarda taşlarda çıkan yangının kısa zamanda yayılması kaçınılmaz. Ufak bir kıvılcım, koskoca ormanı, ağaçlığı, bağ/bahçeyi yakar.


“Yakma ya Rabi!” Bu sözü rahmetli anam yanan ocak yanışında, sık sık tekrarlardı. Ocak deyince, mükemmel bir yapı sanmayın. Ceviz altında, üç taştan yapılmış, toprak üzerinde, ortası çukur bir yapı. Bunun üzerine konan bombeli “isli sacda” bazlama pişirilir, kalan ateşi üzerine de “göveç” konur, akşam yemeği için. Gövecin üzerine çul çekilir, akşama kadar “tısılaya, tısılaya” pişer. Yenmesi için de akşam, dört gözle beklenir.

***

Ocak genellikle Pazar günü yakılır. Kuru ot, çalı-çilpi, “gilamada” kullanılır. Hamur tahtası ve oklava da hazır olur… Bazlama, şebit okun üzerinde açılır. Onun ateş karşısında, bir gön önce hazırlanan, bir “leğen” hamurdan, bir haftalık ihtiyacı karşılayacak, “bazlama” pişirilir. Bu da saklamak için, kalaylı bakır kazana konur.

***

Yeterince pişirilen bazlamadan sonra artan hamurdan, yine isli sac üzerinde, “şebit” ve peynirli yapılır. Peynirli dediğimiz de şimdi ki “gözleme”.

***

Bağa göçerken bir çuval un, bir gaz tenekesi yağ mutlaka alınır. Zenginlerde, sade ve tere yağ mutlaka olur… Bir de isli sac. Öyle ya, bağda bırakırsa, hırsız alıp götürürdü. Sınırlı sayıdaki bakır eşyayı da… Bağdan göçerken, şehre getirilen eşyanın, dörtte üçü yakacaktı. Öyle ya, bir kış sobada ve ocakta yakılacak. Bir de, isli saç…

***

Öyle ya, fakirlik var serde… Bir niyette, bir-ikiden fazla zengin olmaz. Zaten onların evleri de muhkem olurdu. Onlar da “imrenilecek” güzellikteydi.

***

“Fırancala” yani somun bilinmezdi ya da pek yenmezdi… Yiyenlerin de bağı olmayan, genellikle, dışarıdan gelen memur yani  “tankülerdi!”. Fırancala yemek, bir sosyal statü ölçüsüydü. O zaman, “Şıhaslanın somunu” çok meşhurdu. Fısır, fısır, katıksız ye… Alımlı, güzel kadın ve kızlara; “Şıhaslanın somunu gibi!”, derlerdi.

***

Yerliler mutlaka mahalle fırınında pişirilen, haftalık, yine fısır fısır, o güzelim taş fırın ekmeği yerdi. Yine her mahallede bulunan birkaç zenginin, evde hazırlanan baklavası, böreği, halkası, ketesi mahalle fırınında pişirilirdi. 

***

Öyle fırıncı ve mahalle bakkalı deyip geçmeyin. Bir mahallenin gözü, kulağı, hafızası, sır küpü. O mahallede oturan bir kıza talip olanlar ya da talipli erkeğin halini bakkal ve fırıncıdan sorarlardı. Aldıkları yiyecek, içecekten, kullandıkları una kadar sorulurdu bunlardan. Baklava, börek, halka, kete ne sıklıkla yaptırırlar onu da... 

***

Evet, rahmetli anam bağda, ocağın başına, diz çökerek oturur. Bir taraftan ateşin sönmemesi için devamlı ot, “çalı-çilpi”, gilama da atar, diğer taraftan da, bazlama, “şebit” pişirir. Alev yüzüne vurdukça da; “Yakma ya rabbi!” derdi. Ocakta, odun, kömür kullanılmaz. Çünkü bunların kalorisi yüksek olur. Hamura iyi gelmez.

***

Bazlamalar kazana konur, “şebitler” ve “peynirliler” yağlanır afiyetle yenir. Tabii, bir miktar “şebitin” üzerine kıymalı sos konur. Üzerine ekilen sarımsaklı yoğurt, olmazsa olmazı idi. Bu da kıymalı yağlama… Bir de mevsime göre dut, üzüm, kavun, karpuz mutlak olurdu.

***

Bizler, bazlamanın üzerine serpilen tuza sürülen sarımsakla, öğle yemeği yerdik. Bazıları da domates koyardı. En büyük zevkimiz buydu. Sonra, “niyetli” arkadaşlarla, akşama kadar süren oyun. Akşam oldu mu, yolda, babalarımızı karşılar, otobüsten indiklerinde, getirdikleri sebepti evlerimize kadar taşırdık. 

***

Tabii, et ve eşek ile gelenlerde böyle bir durum yoktu. Eşekler katar gibi gider; bağcılar yarenlik vere vere; nadir de olsa yanlarından geçen kamyonların ve otobüslerin tozunu yiye yiye. Niyet kuyularından su içer insanlar ve eşekler. Gediğine gelen ayrılır, diğerleri devam eder; “dah, çüç, dah çüş!” komutları ile. 

***

Gediğinde ayrılan; “Halanızda hasta, ev yakınına buyurun!”, diye davet eder, diğerlerini. Tabii, bu hali şu sözle özetlerlerdi: “Avratlarla kediler-itler sürer sefasını; heriflerle, eşekler çeker cefasını!” Şimdi öyle mi? Doğal gaza kadar her imkan var, bağlarımızın çoğunda.

***

“Niyet”, en fazla otuz kırk evden oluşan bağ evleri topluluğu. “Gedik” de, bu ev grubuna girilen yol. “Emin Hocanın Gediği”, “Yumurtacı Gediği”, “Taşçıoğlu Gediği”, “Tollu Gedik”, aklımda kalanlar. 

***

Evet, bunlar nereden aklıma geldi. Öyle sıcak ve kurak bir yaz geçiriyoruz ki, ocak önünde, “yakma ya Rabbi!” diyecek türden… Ben böylesini görmedim. Epey de sürdü, süreceğe de benziyor. 

***

Bağımız, Hisarcık’ta, epey yüksekte. Evimiz yetmiş santim kalınlığında taş duvarlı. Çatımız var. Sizin anlayacağınız, en sıcak günlerde bile doğal klimalı var gibi… Ama bugünlerde sıcaklık, evin için de otuz derece, dışarıda, güneşte kırk derece. Gece bile, yirmi sekiz dereceden aşağı düşmüyor.

***
Bu sıcakta, arazide çalışanların Allah yardımcısı olsun. Bir de dağlarda taşlarda çıkan yangının kısa zamanda yayılması kaçınılmaz. Ufak bir kıvılcım, koskoca ormanı, ağaçlığı, bağ/bahçeyi yakar. 

Mesela biz, mercek ile sigara, kağıt yakardık. O nedenle, bir orman arazisine atılan bir cam şişe, tıpkı mercek bibi, güneş ışınını odaklaştırıp yangının çıkmasına neden olur. Çok dikkatli olmak lazım.