KADİR DAYIOĞLU


SUYU ARAYAN ADAM (2)

Hani diyorlar ya, bir gecede cahil kaldık. Henüz daha Cumhuriyet falan yok, ortada.


Hani diyorlar ya, bir gecede cahil kaldık. Henüz daha Cumhuriyet falan yok, ortada. Ordu, Balkanlarda, Kafkaslarda, Arap çöllerinde çarpışıyor. Asker alınan Anadolu çocuklarının hali pür melali nasılmış, bir bakalım. Aslında, bu ve benzeri bilgilere çok yerde bulabiliriz. Şevket Süreyya de Kafkas cephesinde, on sekiz yaşında, yedek subay iken, gördüklerini, şahit olduklarını aktarıyor bizlere. 

***

Yine dostlar, çok kaynakta görürsünüz. Anadolu Osmanlı için asker ve vergi deposu… İnsanlar pejmürde, harap ve bitap düşmüş. Merak edenler, ortada gezen 1900 başlarından kalan fotoğraflara baksın. Neyse, gelelim Suyu Arayan Adama

***

“Yaz sonuna doğru, alayın makineli tüfek bölüğüne geçtim. Bu bölük, o sıralarda ihtiyatta olduğu için, askerleri siper dı­şında ve başka cephelerinden de tanımak imkanını buldum. İlk işim., talim saatlarından başka bir de ders saatları ayırmak oldu. 

O sıralarda savaş biraz tavsamıştı. Bölüklerin mevcudu, arkadan gelen yeni kuralarla artırılıyordu. Bugün ordunun bilgi yapısında, Birinci Dünya Harbindeki Osmanlı ordusuna bakarak çok şeyler değişmiştir. Fakat o vakit, örneğin bizim bu makineli bölüğünde, Istanbullu bir başçavuştan başka okuma yazma bilen kimse yoktu. Daha ilk derste belli oldu ki bu bölükte, hangi dinden olduğumuzu doğru dürüst ve kesin olarak bilen kimse de yoktur.

Derse başlarken Istanbullu başçavuşa dersi sadece dinlemesini, sual cevaplara katılmamasını söyledim. Sonra da askerlere sordum:

- Bizim dinimiz nedir? Biz hangi dindeniz?

Hep birden:

- Elhamdü-ı-illah Müslümanız..

diye cevap vereceklerini sanıyordum. 

Fakat öyle olmadı. Cevaplar karıştı. Kimisi «İmam-ı azam dinindeniz” dedi. Kimisi.“Hazreti Ali dinindeniz” dedi. Kimisi de hiç bir din tayin edemedi. Arada:

- İslamız, diyenler de çıktı ama;

- Peygamberimiz kimdi?

deyince, onlar da pusulayı şaşırdılar. Akla gelmez peygamber isimleri ortaya atıldı. Hatta birisi:

- Peygamberimiz Enver Paşadır!dedi.

İçlerinden peygamberin adını duymuş olan birkaçına da:

- Peygamberimiz sağ mı? Ölü mü?

deyince iş gene çatallaştı. Herkes aklına gelen cevabı veriyordu. Bir kısmı sağ, bir kısmı ölüdür tarafını tuttu. Fakat birisinin kuvvetle konuştuğunu, yahut bir tarafın daha ağır bastığını görünce, diğer tarafın da kolayca o tarafa kaydığı görülüyordu.

Peygamberimiz sağdır diyenlere:

- O halde peygamberimiz hangi şehide oturur,diye sordum. Cevaplar tekrar karıştı. Onu Istanbul'da, Şam'da yahut Mekke'de yaşatanlar oldu. Hiç bir yer tayin edemeyenler daha çoktu. Peygamber ölmüştür diyenlere de:

- Peygamberimiz ne kadar zaman evvel öldü?

denildiği zaman bu sefer onlar şaşırdılar. Yüz sene önce, beş yüz sene önce, bin sene önce diye gelişigüzel cevaplar verenler oluyordu. Fakat çoğu, vakit tayin edemiyorlardı.

Dinimizin adı ve peygamberimiz bilinmeyince de din ilkelerini ve ibadetleri doğru dürüst bilen hiç kimse çıkmadı. Ezan dinlemişlerdi. Fakat ezan ·okumayı bilen yoktu. Namaz kılan bir iki kişi çıktı. Fakat onların da hiç biri, namaz surelerini yanlışsız okuyamadı. Daha garibi, niçin namaz kıldıkları­nı bir türlü anlatamadılar. Sonra:

- Köyünde cami olanlar ayağa kalksın,

dedim. 

Gerçi köylerinde cami olan birkaç kişi kalktılar. Fakat onlar da bayramlarda, cumalarda, adet yerini bulsun diye camiye gitmişlerdi. Köylerinde mektep olan bir· tek kişi çıkmadı. Bazı camili köylerde, cami odasında,küçük çocuklara imam tarafından Kur'an ezberlettirilmeye çalışıldığını görmüşlerdi. Ama usulü dairesinde ve ayrı bir köy mektebi gören kimse yoktu.

İlk ders beni şaşırtmıştı. Bu bölük o zamanki milletin bir parçasıydı. Hepsi de Anadolu köylüleriydiler. Biz Anadolu köylüsünü dindar, mutaassıp bilirdik. Halbuki bu gördüklerim sadece cahildiler.Fakat asıl şaşkınlığım ikinci derste oldu. Daha ilk sual cevaplarda anlaşıldı ki, bu askerler yalnız hangi dinden olduklarını değil, hangi milletten olduklarını da bilmiyorlardı.

- Biz hangi milletteniz, deyince her kafadan bir ses çıktı:

- Biz Türk değil miyiz? deyince de hemen:

- Estağfırullah!..

diye karşılık verdiler. 

Türklüğü kabul etmiyorlardı. Halbuki biz Türk’tük Bu ordu Türk ordusu idi. Türklük için savaşı­ yorduk. Asırlarca süren maceralardan sonra son sığınağımız ancak bu Türklük olabilirdi. Fakat ne çare ki bu “biz Türk değilmiyiz?” diye sorunca «estağfurullah” diye cevap verenlerin görüşüne göre Türk demek Kızılbaş demekti. Kızılbaşlığın ise ne olduğu bilinmiyordu. Ama, onu her halde kötü bir şey sayıyorlardı. Yahut belki de aslında kendileri Kızılbaş oldukları halde böyle görünüyorlardı.