Biliyorsunuz, “Suyu Arayan Adam”, Şevket Süreyya Aydemir’in hayat hikayesi… Yaşanmış, hikaye… Bir roman üslubunda yazılmış. Üçüncü okuyuşum, yeni bitirdim. Her okuyuşumda yeni bir şey öğrendim. Atatürk devrimlerinin ne demek olduğunu anlamaya çalıştım. Tabii, ne kadar anlayabildiysem.
***
Okurken, bazı yerlerde gözyaşımı tutamadım. Gazi ve onun anısına ahlaksızca, hayasızca saldıranlar, gözümün önüne geldi. Bir kere daha lanetledim. Hançerelerini yırta yırta; “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” diye haykıranların önünde saygı ile eğildim. Başka ne yapabilirdim ki?
***
Mutlaka okunması gereken bir eser, hem de sindire sindire, altını çize çize. Ben de öyle yaptım. Son günlerde Atatürk, laik Cumhuriyet düşmanlığının, Osmanlı sevdasının zirve yaptığı bir sırada, sizlerle bazı pasajları paylaşmak istiyorum. Bakalım, Atatürk Türkiye’si, nasıl bir miras devralmış. “Bir gecede nasıl cahil kalmışız!” Alıntıyı hiç dokunmadan veriyorum. Zaman zaman da vereceğim. Sadece, boldlar bana ait.
***
“İkinci Dünya Harbi'nde Türkiye, hiç şüphesiz ki, Birinci Dünya Harbi'ndeki Türkiye değildi. Birinci Dünya Harbi'ne on sekiz yaşında bir subay namzedi olarak girmiş ve harbin sonuna kadar en ileri cephe hatlarında harbin bütün havasını yaşamıştım.
Baştanbaşa yaya olarak geçtiğim Anadolu'nun akıl almaz sefaletini görmüştüm. Yollarda ve cephede Anadolu toprağını ve insanını tanımıştım. O zaman Anadolu'da, Adana ve İzmir'deki birkaç derme çatma tesis bir tarafa bırakılırsa, tüten tek baca, dönen tek motor, yanan tek ampul, adına şose denilebilecek tek kilometre yol yoktu.
Yiyeceğimiz, giyeceğimiz, kullanacağımız, şekerimiz. ilacımız, silahımız dışardan geliyordu. Hatta bunların bedelleri, birkaç parmakla sayılır ihraç mallarımızdan ziyade, yabancı memleketlerden yapılan istikraz [borç] parayla ödeniyordu.
Harpten önce ve harpten sonra Istanbul ve büyük şehirler, Amerika veya Rus buğdayı yiyorlardı. Hatta bunlar hazır un halinde gelirdi. Samsun'da Hindi Çin pirinci, Merzifon pirincine rekabet ederdi. Rusya kereste, Marsilya kiremit, Yunanistan çimento, Napoli makarna, Atina konyak, Avusturya maden suyu ve bütün memleketler iğne iplikten tutarak her türlü maddeler gönderiyorlardı. Istanbul'dan başlayan ve bir ucu Ankara'da, diğer ucu Pozantı'da biten iki yorgun demiryolunda lokomotifler, benim gördüğüm, odunla, hatta söğüt çırpılarıyle işliyorlardı.
Bizim bütün cephede iki Alman kamyonunun bulunduğu ve bunların ordu karargahına bazı hususi ihtiyaçlar için maddeler taşıdıkları söy!eniyordu ama, bunları gören yoktu. Bizim cephede şeker yerine eğer bulunursa dutkurusu, çay yerine dağlardan toplanan kekik otu kurusu kullanılırdı.
Bazen el altından kim bilir kimler tarafından ara sıra ortaya sürülen ve şimdi bir çay bardağına iki veya üç tanesi konulan şeker parçalarından bir adedinin fiyatı iki kuruş gümüş paraydı. Bir kağıt liranın değeri ise sekiz kuruş gümüş paraydı.
O zaman ben bir teğmen olarak yedi kağıt lira maaşlıydım. Bize bütün harp içinde bir defa, bilmiyorum hangi vesileyle maaşımızın bir kısmını gümüş mecidiye ile verdiler. Ama bu gümüş mecidiyeler birbirine yapıştığı ve bunları ayırmak istediğimiz zaman da üstlerindeki zar gibi gümüş kaplama kalkıp altlarından kara bir kurşun kütlesi çıktığı için, hiç bir şeye yaramadı.
Ayakkabı, sigara, hatta en basit yiyecekler bile unutulmuştu. 1917 kışında kazanlara ancak su ile, dere kenarlarında karların altından toplanan yeşil ot ve bir avuç bulgur atılabiliyordu. Ordu, meşe palamudunun avuç içi kadar ekmeğe karıştırılması için usuller gösteren genelgeler yolluyordu, ama ortada orman olmadığı için, meşe palamudunu bulmak da kabil değildi.
Birinci Dünya Harbindeki devlet cihazı da kocaman bir perişanlıktan ibaretti. Bütün harp boyunca, o da yalnız bir defa Anadolu'yu görmek ve cepheyi ziyaret etmek isteyen Sadrazam Talat Paşa, ancak Sivas'a kadar güç bela ulaşabilmişti. Fakat oradan, ancak maiyetindekileri de sağ sol ekerek başından savmak pahasına, kendini tersyüzü Istanbul'a atabildi [Bu bilgiyi, Dr. Tevfik Rüştü Aras, merasimlerle yola çıkan bu kafile hakkında, nihayet yollarda terkedilen maiyet erkanından biri olarak bu hatırayı nakletmiştir] . Vilayetlerde hükümet teşkilatı soba dumanı ile hela kokusu yayılan birtakım harap binalarda, sefil bir vasıtasızlıktan ibaretti.
Cephe hatlarında ise ordu, bütün bu şartlara rağmen göze çarpan hiç bir disiplinsizlik göstermeden ve belki de tarihmizin en inzibatlı harplerinden birini yürütüp gidiyordu.
İkinci Dünya Harbinde ise Türkiye'nin hali, Birinci Dünya Harbinin, bu unutulmaması lazım gelen imkansızlıklarıyle elbette ki mukayese edilemezdi. Her şeyden önce, arada bir Atatürk devri yaşanılmıştı. Bu devrin ve bizzat Atatürk'ün varlığının verebileceği imkanlarlayıkıyle değerlendirilmiş olabilirdi. Ama devrin yarattığı nefis itimadı, devlete inanış fikri, memleketin havasına hakimdi. Devlet idaresi de aydın kadro bakımından eski Osmanlı Türkiyesiyle mukayese edilemeyecek kadar güçlüydü.” (Devam edeceğim)