“Üç maymunları” oynamasak;
Gördüklerimizi,
Duyduklarımızı,
Bildiklerimizi,
Ah bir yazabilsek…
Tabii, kendim için söylüyorum bunları.
***
Tabii, anılarını yazanlar yok mu? Elbette var, özellikle iş dünyasından tanıdığımız kişiler.
Hayat hikayelerini öyle anlatıyorlar ki, “suyu üfleyerek içiyor!” Sanki, “sütten çıkmış ak kaşıklar!” Bazılarının, “cemaziyelevvellerini” bilmesek!
***
Öyle ya;
“Bir başıma kalsam şaha, sultana kul olmam
Viran olası hanede evladı ü ayal var!” demiş şair…
***
Bir zillet, bir küçülme hali de olsa demiş şair…
Hayatın ta kendisini dile getirmiş…
Hiç kızmayın buna… Öyle, “medar-ı maişet motorunu çevirmek!” kolay değil.
***
Allah kimseyi dosta da düşmana da muhtaç etmesin. Eskiler, ekmek aslanın ağzında derlerdi, şimdi ise, ta midesine indi. “Söylesek duyan yok; söylemesek gönül razı değil!”
***
Üstadımız, pirimiz Ege Cansen de, yıllarca önce, Hürriyet’teki köşesinde; “Halk, güce tapar!” diyerek, bu gerçeği başka bir biçimde dile getirmişti…
***
Hoca Nasrettin’in; “Ye kürküm ye!” dediği de bu türden… Büyük ozan Fuzuli’nin; “Selam verdim rüşvet değildir deyu almadılar!” sözü de bu cümleden bir şey…
***
Beğensek de, beğenmesek de yaşanan hal bu, ta ezelden beri…
***
Zaman zaman şövalyeler; “Bir elime ayı, bir elime güneşi verseniz bu davadan dönmem diyen!” büyük ruhlar çıkmış olsa da herkesten de bunu beklemek haksızlık olur… Aslında, insanoğlu, bu yükü kaldıramaz da…
***
Bunlar, bir çıkar ama “pîr” çıkar… Bu nedenle; herkesin, öldürülmenin kaçınılmaz olduğu bir noktada, Resulü Ekrem’in yatağına yatan Ali ya da yol arkadaşı Ebubekir olmasını beklemeyin…
***
Yine bu nedenle; herkes, her kul, “La Fetâ illa Ali, La Seyfeilla Zulfikâr!” sırrına eremez... . Alevi ve Bektaşi inancının bu serlevhasını şu şekilde anlamlandırabiliriz: “Ali gibi yiğit, Zülfikar gibi kılıç olamaz!”
***
Evet… Bir yandan süfli, zelil bir hayata talip, diğer yandan da “Sen yanmasan, ben yanmasam, nasıl çıkar bu karanlıklar aydınlığa!” çıkar diyen Nazım olmak var…
***
Evet… Karar sizin, bizim… Şahsen benim gözüm ikincisi kestiremiyor; birincisini de içime hiç sindiremiyorum… Nasıl olacak bu iş? Bu ikilem içerisinde, kıvranıp duruyorum… Yani, sizin anlayacağınız, oğluna Ali Osman koyan baba gibiyim, vesselam…
***
“Ali-Osman” ile ilgili güzel bir anı var, sizlerle paylaşmak isterim… Aziz Fethi Abi (Gemuhluoğlu), uzun zamandır görmediği bir dostuna rastlar… “Selam kelam”dan sonra, “Anlat bakalım, ne var ne yok!” diye sual eder… Dostu da; “Abi, evlendim… Elinizi öper bir de oğlum oldu… Adını da “Ali Osman” koydum!”
Melûl, mahzun, gönül dostu, Ehl-i Beyt muhibbi Gemuhluoğlu da;
“Oooo… Ne güzel!.. Desene, iki tarafı da idare ettim!”
***
Bana sual edecek olursanız, ne haldesin: “Yaşın gereği olması gereken hastalıklarla boğuşurken; gördüklerimi, bildiklerimi, duyduklarımız” yazmaya takatim kalmadı. Yani anlayacağınız, “tarafeyni” idare etmeye devam ediyoruz, vesselam!