Aslında bu başlık, Lilo Linke’nin, 1930’lu yıllar Türkiye’sini anlatan çok değerli bir kitap…
Mutlaka okumak lazım.
Şimdi vereceğim, “alıntıdan alıntı” da benzeri bir hikayenin bir örneği… Ünlü cerrah Prof. Dr. Mehmet Öz’ün, babası, merhum Prof. Dr. Mustafa Öz’ün; aslında bu, Osmanlı’dan Cumhuriyete miras kalan, yoksul, bakımsız, geri kalmış Anadolu’nun hikayesi… Bozkır’da, bir kerpiç köy evinden çıkan; “üç profesör bir de doçentin, hikayesi.”
***
Yine bu, her sabah-akşam Mustafa Kemal Atatürk’e edepsizce, hayasızca “küfredenlerin!”, babalarının, annelerinin, ninelerinin, dedelerinin hikayesi…
Beşeri sermayesi, parası-pulu olmayan bir “mirasın” hikayesinin kısa bir parçası. Bu parça gibi, yüzlercesini biliyoruz, tanığıyız…
***
“BOZKIRDAKİ KERPİÇ EVDEN BOĞAZDAKİ YALIYA...” başlığı ile verilen ve Baba Öz ile yapılan söyleşi şöyle:
“Bozkır’da [Konya] kerpiç bir evde başlayan bu yaşamı anlatırken son derece açık, samimi ve kendinden emin bir tavır sergileyen Prof. Dr. Öz, tüm sorularımıza içtenlikle yanıt verdi.
Bu yaşamda bizi Mustafa Öz’ün ilk ameliyatını ortaokulda yaptığı, annesinin 15 yaşında evlenip bir daha köyünü ve ailesini hiç göremediği, cerrahken aynı zamanda hasta bakıcılık yaptığı, o kerpiç evden üç profesör bir de doçentin çıktığı ve daha pek çok şey etkiledi. İkram ettiği kuru meyve ve yemişler ise harikaydı. Kısacası Öz’ün yaşamı tam da masalımsı bir hikayeydi…
***
Bozkır’da yaşama başladığınız yıllar nasıldı?
Babamın Kuran-ı Kerim’inde tüm ailemizin doğumları işaretlidir. Benimki orada 1341 yılının 12. Ayı diye gösterilir.
Doğduğumda dışarıda kar yağıyormuş. Soğuk, yokluğun kol gezdiği zor bir yaşamın başlangıcı diyebilirim.
Pek çok köyde olduğu gibi iki odalı kerpiç bir ev. Hani bir odasına kışlık erzakların konduğu, diğer odasında da soba yakılan, gaz lambasıyla aydınlanan hem oturulan hem misafir ağırlanan, hem de akşam yatakların serilip, dip dibe yatıldığı evlerden biri.
O zaman ki köy hayatında aklınızdan hiç gitmeyen şeyler neydi?
Gaz lambasından tutun da evin toprak damındaki yuvak taşına kadar her şey beynimde kazılı. Medeniyet denilen şeyin hiç olmaması da. Kuyu suyu, anamın kardeşlerimden birini sırtına sarıp, diğerinin elinden tutup hiç durmaksızın çalışması, hiçbir zaman üzerimize uymayan, rahat giyemediğimiz kıyafet ve ayakkabı. Her türünü öğrendiğimiz bitler. Evimizde dünya kadar yufka ekmeği olduğu halde çarşı ekmeğinin burnumuzda tütmesi.
Bunlar yalnızca bizim değil, o zamanlar çoğunluğun kaçınılmaz yaşam tarzıydı. Zordu ama bizim için çok daha zordu.
Oyuncak bizim için hayaldi. En büyük eğlence kaynağımız arkadaşlarımızla aşık atmaktı. Aşık genelde keçilerin diz kapaklarından çıkardığımız bir kemikti. Aslında her şey ama her şey bizim yaşamımızdı. Mutluluğumuz, acımız oydu. 5 yaşındaki kardeşimin ölüm haberini vermek kolay değildi.
Bozkır’ın gönlünüzde ayrı bir yeri var mı?
1930’lardaki Türkiye yokluk içindeydi. Bozkır da elbette yokluğun, sefaletin kol gezdiği, bu yokluğun insanların iliklerine kadar işlediği bir yerdi. Kışı zorluydu. Çok kar yağardı. Ama çocuktuk. Tüm zorluklara rağmen mutluyduk. Kardeşlerimle bütün olmak, her işin, her zorluğun üstesinden gelmek güzeldi. Orayla bağımı hiç koparmadım. Amerika’da ünlü bir doktor olup para kazanınca orada 400 kişilik öğrenci yurdu yaptım. Kız ve erkek yurdu olarak. Ve o yurdun açılışında kaşıklarla oynadım.
Doğduğum evi sağlık ocağına dönüştürdüm. Bir de lise yapmam konusunda talepte bulunuldu. İnşallah o da gerçekleşir. Bozkır benim için çok önemli. Amerika’da ameliyat yaparken bile hep Bozkır türküleri söylerdim. (Devam edecek)