KADİR DAYIOĞLU


MAKSAT MUHABBET OLSUN!

Ben beni bildim bileli garip bir toplumuz. O gün, bu gündür garip bir toplumuz... “Öldürmeyin!” deriz, “öldürdükten!” sonra... Linç, genlerimize işlemiş... Yargısız infaz, hayatımızın vazgeçilmez bir parçası haline gelmiş...


Evet...  Ben beni bildim bileli garip bir toplumuz. O gün, bu gündür garip bir toplumuz... “Öldürmeyin!” deriz, “öldürdükten!” sonra... Linç, genlerimize işlemiş... Yargısız infaz, hayatımızın vazgeçilmez bir parçası haline gelmiş... 

***

Hele hele niyet okuma, çoğumuz için bir tutku halinde... “Her ne kadar bunu demiyorsa da, ben biliyorum ki; bunu demek!” istiyor... “Falanın yanına hiç gitmemişse de gideceğinden eminim!”  “Falan cemaatle ilgisi yok ama mensup olduğu muhakkak!” türü niyet okumalarına sık sık rastlarız.

***

“Hava bulutlu!” diyene hemen “vay bana ördek dedin!” diyerek saldırıyoruz... Put yaratmakta üzerimize gelen olmaz... Başkalarının “putuna dahlederken” hiçbir beis görmüyoruz ama putumuza dokundular mı, hemen gardımızı alıyoruz. “Beşerin dalaleti varmış, putunu kendi yapar kendi taparmış!” diyen şair tam bize göre söylemiş. Hal böyle olunca, uysa da uymasa da bir iki fıkra anlatmaya çalışacağım. Umarım, beceririm. Öyle ya, maksat muhabbet olsun!

***

Vakti zamanında köyün birinde öküzün başı küpün içine girmiş... Nasıl girmişse girmiş işte!.. Bir türlü çıkmıyor... Köyün ileri gelenleri, toplanmış... Başlamışlar fikir üretmeye... “Doluya koysalar almıyor, boşa koysalar dolmuyor”, türünden bir şey!.. Tam bu esnada Keloğlan zuhur etmiş... 

***

Bilindiği gibi bu tür hikayelerde ya Keloğlan ya da Nasrettin Hoca zuhur eder... Karadeniz hikayelerinde de Temel, Dursun... Rumeli’de Hüsmen Çavuş... Yahudi fıkralarında ise; Mişon, Salamon ve Rebeka.. Bizim köyün kısmetine de Keloğlan düşmüş... 

***

Olayı dinlemiş... “Bundan kolay ne var !” demiş... Keskin bir bıçak istemiş... Kesmiş, öküzün başını... Nafile! Baş, yine küpün içinde kalmış... Bu sefer de bir keser istemiş... Kırmış, küpü... Baş bir yana, küp parçaları bir yana... Geriye çekilip; “Nasıl kurtarılacağını gördünüz mü?” demiş...

***

Madem iş hikayeden açıldı bu sefer de Nasrettin Hoca’dan bir hikaye anlatayım... Efendim. Adamın birisi, minarenin “âleminin” tamiri için çıkmış... Fakat, orada kalmış... Bir türlü inemiyor... Kasabanın ileri gelenleri toplanmış... Her kafadan bir ses çıkıyor, adamı indirmek için... Ama nâfile... Hızır imdada yetişecek ya! Hoca da Hızır gibi yetişmiş imdada...

***

Uzun bir urgan istemiş... Getirmişler... Kement yapmış... Sallamış sallamış... Minarenin “âlemine” doğru fırlatmış... Mahsur kalan adama da; “tut ve beline bağla!” uyarısı yapmış… Adam urganı tutmuş... Beline bağlamış... “Tamam!” diye de aşağıya seslenmiş... Hoca var hızıyla urganı çekmiş... Adam, sizlere ömür!”

 

Başlamışlar Hoca’yı eleştirmeye. Hoca da ne yapsın. O da üzülmüş, sonuca... Özür dilemiş ve ilave etmiş... “Ey ahali! Ben bu şekilde bir adam kurtarmıştım ama kuyudan mıydı yoksa minareden miydi? İşin doğrusu, unuttum. Ölene Allah rahmet etsin. Kalanlara da başsağlığı dilerim!”

***

Ha, hiç Kayserili fıkrası anlatmayacağım hemen alınıyorlar... Kayseri düşmanı ilan ediyorlar...  Hem bizler, çok ciddi adamlarızdır; fıkra gibi sululuklardan rahatsız oluruz... Öyle, “Kayserili demiş ki...” diyerek fıkra mıkra anlatmak ne haddimize... 

***

Ya bir de, Temel, DursunMişonSalamom ve Rebeka  hikayeleri gibi hikaye anlatmaya kalksak her halde sürerler bizi, Kayseri’den... Aslında böyle hikayelerimiz de asla olmaz. Laf ola beri gele diye söyledik... Gelelim hikayemize; 

***

Temel ile Dursun Trabzon’dan denize girmişler... Amerika’ya gitmek için... Başlamışlar yüzmeye... “Ha babam, de babam!” derken... Marmara’ya oradan da Ege’ye varmışlar... Akdeniz, Cebelitarık  üzerinden soluğu Atlas Okyanusu’nda almışlar...

***

Yüzmüşler, yüzmüşler, yüzmüşler... Gece gündüz demeden... Sonunda Newyork sahilindeki ünlü Hürriyet Heykeli gözükmüş... Temel, Dursun’a dönmüş: “Vallahi, Dursun ben çok yoruldum. Dayanamıyorum artık; geri dönüyorum!” demiş... 

***

Annesi, balayını Paris’te geçiren kızına sormuş: “Yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat!”… Kız içini çekmiş; “Ne anlatayım anne… Biliyorsun bir ay Paris’te kaldık… Bu sürede, otel odasının tavanından başka bir şey görmedim!” 

***

Bu da merhum Çetin Altan’dan… Siyasi seçmene sormuş; “Geçen yıl ölen siz miydiniz, yoksa babanız mıydı?” Sormaya devam etmiş; “Geçen seçimlerde öptüğüm siz miydiniz, yoksa ananız mıydı?”