Şehir küçüktü, haliyle bırakınız komşuları, mahalleli birbirlerini tanırdı. Teklife gerek yoktu. İhtiyaç duyulduğu anda kapılar çalınırdı. Bakkal, fırıncı mahalleliyi bilirdi…Kız istemeye gelenler kızı bunlardan sorardı. Ha keza, damat adayları için de ilk başvuru bunlara olurdu. Şimdi ise şehir büyüdü, bırakınız mahalleliyi, komşular birbirlerini tanımıyor. Ölsen, kimsenin haberi olmayacak.
***
Eskiden, her gelir grubu bir arada yaşardı, zengin fakir ayırt edilmezdi. Kim fakir, kim zengin bilemezdiniz. Düğünde, mahalde, oturmalarda ayrım yapılmazdı. Dertler, acılar, kederler, sevinçler birlikte yaşanırdı… Ayrım yapılmazdı. Mahallenin “namusu!” diye bir şey vardı. Büyüklere saygı, küçüklere sevgi had safhadaydı.
***
Sigara içenler, bir büyüğünü gördü mü, sigarayı saklardı… Kapısı açık komşunun kapısını örterlerdi. Evlerin önünden geçenler, kadınların dikkatini çekmek için, ta ileriden, hafif hafif öksüre öksüre gelirdi.
Gelirimiz azdı, ama huzur içerisindeydik…
***
Şimdi ise, mahalleler kastlaştı... Zengin fakir iyice ayrıldı. Zengin fakire selam vermez oldu… Siteler korunaklı hale geldi. Nizamiyeler, özel güvenlikle doldu…
***
Bu anlattıklarım, üç aşağı beş yukarı aynıydı, ülkemizde… “Nerede o eski günler!” Yaşanacaktı… Sadece nüanslar vardı. Yazıma, Mustafa Kara’nın, “Metinlerle Günümüz Tasavvuf Hareketleri”, (Dergah Yayınları. Birinci basım. Şubat/2002) kitabı ilham verdi. Makalenin yazarı da, Merhum Abdülbaki Gölpınarlı. İstanbul’u anlatmış. Özetle veriyorum:
“(...) Bir çeşit nezaket vardı... Bir çeşit insanlık vardı... Lokantada bir masaya oturan, o masada evvelce oturmuş olanlara mutlaka ‘müsadenizle‘ der, izin alır; yer var da oturursa, ‘afiyet olsun!” demeyi ihmal etmez, ‘teşekkürle ‘ karşılanırdı. Yemeği önceden bitiren, gene oturanlara ‘afiyetler olsun!” demeden gitmezdi.
(...) Toplulukta gizli konuşulmazdı. Kimsenin sözü kesilmezdi. Bağıra-bağıra konuşmak pek ayıp sayılırdı.
(...) ‘İnancı’, inanılmasa bile, hoşgörüş; ayıplının ayıbını örtüş vardı; inancı ayrı olan sağsa, gıyabında, ‘Allah hidayet etsin!’ diye anılırdı. Ölmüşse; ‘Dinince dinlensin!’ denirdi. Körün, sağırın yanında körlükten ve sağırlıktan söz edilmezdi.
(...) Ayrıca da; herkes sabahleyin kapısının önünü sular, süpürürdü. Yolda bir taş, hem de küçük bir taş gören, giderken durur; ‘bir çocuğun sürçmesine, bir amanın düşmesine’ sebep olur diye hemen eğilir alır, yolun kenarına kordu.
Yolda birisinin düşürdüğü küçücük bir ekmek parçası, bir simit parçası gören eğilir onu alır. Öper, yahut öper gibi ağzına doğru götürür, sonra da bir duvar kovuğuna, ya bir ağaç yarığına kordu. ‘Nimetti’ ve nimete hürmet gerekirdi.
Mahalleli birbirini tanır, severdi. Uygunsuz kişi hiçbir mahallede tutunamazdı. Bir ölüm, bütün mahalleyi kapsardı. Cenaze kalkar kalkmaz, o eve ‘önce kıble komşusundan’ çorbasıyla, etlisiyle, tatlısıyla bir tepsi yemek gelirdi. Ertesi gün sağ, sonra sol komşusundan. Ve bütün bunlara öbür komşular sırasıyla katılırdı.
(...) Sabahleyin ilk iş; ‘lambanın şişesini silmekti.’ Lamba şişesine ‘hoh’ladıktan sonra küçük , incecik bir sopaya sarılı temiz bir bez sokulur; döndürüle döndürüle, şişe gıcır-gıcır silinir, üstüde silindikten sonra kenara konur; lambanın gazına gaz eklenir, fitili temizlenir, hususi makasla kesilir; idare kandili de aynı tarz da hazırlanırdı.
(...) Şehrin yollarında, iki yolda ağaçlar vardı... Pencerelerde fesleğenler... Bahçeleri vardı her evin.Bahçelerde güller, çeşitli güller, karanfiller... Yol kenarlarında gecesefaları...
Bir meydan vardı... Geniş, güzel: Ortasında suyu pırıl pırıl büyük havuz. Girişinde sağda, iki güzel, temiz kahve; asırlık çınarlarla, kestane ağaçlarıyla gölgeli. İkinci kahvenin ortasında tertemiz bir lokanta. Buluşulur, oturulur, sohbet edilirdi.
(...) Şehzadebaşı’nda, Beyazıt’tan gidilirken sol yanda bir kahve vardı. Adı, Fevziye’ydi... Haftada bir musiki alemi kurulurdu orada. Hoca’dan Büyük Dede’ye; Büyük Dede’den Şevki Bey’e dek nağmeler çalardı, besteler dile gelirdi, güfteler duyulurdu gönülde…
Ama ayrı bir söz, bir fısıltı duyulmazdı... Nefes alınmazdı, sanki... Birisi bir para düşürmüştü yere.... Hemen ayağını basmıştı, üstüne... Sesi, bu ahengi bozmasın, diye…
(...) Dostluk vardı, vefa vardı; söz vardı, öz vardı; sükun vardı, rahat vardı, ruh vardı. Huzur vardı, feyiz vardı, zevk vardı. Neş’e vardı, edep vardı, can vardı. “
***
Üstadımızın yazısını burada noktalıyorum. Şimdi isene var? Mahalleler öldü, sokaklar öldü, komşuluğu bir yana bırakın akrabalık öldü. Zengin akraba, fakirine selam vermeye korkuyor, “acaba yük olur mu?”, diye… Bir ailede dul, yetim ve özsüzler aç, açık bırakılmazdı. Amca, dayı, hala, ame bunlara kol kanat gererdi.