KADİR DAYIOĞLU


KEMAL ATİK

Kemal hocamız, profesör, ilahiyatçı, hafız… Kayseri/Tomarza Cücün köyü doğumlu (1946). Uzun zamandır tanışırız. Sohbetine doyum olmaz… Kitabı, mutlaka temin edin, okuyun. Sanırım, Hunat Kıvılcım’da olacak. Bana başka kaynaktan geldi.


Kemal hocamız, profesör, ilahiyatçı, hafız… Kayseri/Tomarza Cücün köyü doğumlu (1946). Uzun zamandır tanışırız. Sohbetine doyum olmaz… Saygıda kusur etmem, o da bana. Yeni bir kitabı çıktı. Küçük hacımla ama müthiş bir özgüvenin eseri. Kolay kolay bu tür anı yazılamaz; yazmazlar da…

***

“Bir Anadolu Çocuğunun Kur’an Kursu Anılarını”, ağırlıklı olarak, ‘Taşçıoğlu Hafız Okulunda” geçen (1955-1957) günlerini, “acı, acı” anlatmış. “Acı, acı!”, diyorum zira, yol bilmez, yordam bilmez, köyünden başka bir yer görmemiş, çocukluk hayatı yaşamamış, acılı bir hayatın kısa bir hikayesi.

***

Tabii, güzel insanlarla birlikte yaşadığı travmaları ve bunu yaşatanları anlatmış, anılarında. Finanse eden olur mu bilmem, nefis bir filim olur. Hüzünle okudum, zaman zaman empati yaptım, biraz gözü sulu olduğumdan olsa gerek, okurken ağladığım anlar oldu… Empati yaptım… Hocamızın yerine koydum, kendimi…

***

Prof. Dr. Kemal Atik kitabın arka kapağında şu sözlere yer vermiş, ”Anılarımı yazarak geleceğe bir iz bırakmak gibi bir düşüncem yoktu ve bu nedenle de hatıralarımın benimle birlikte dar-ı bekaya gitmesini düşünüyordum. Fakat kadim dostum değerli bilim adamı Prof. Dr. Celal Kırca, yaptığı yönlendirmelerle bu düşüncemin değişmesine vesile oldu.” 

***

Devam etmiş Hocamız: “Ona göre her insanın yaşadıkları biricikti ve bunu da geleceğe taşımalıydı. Zira yazıları her anı geleceğe yön ver ve ışık tutan bir misyona sahipti. Batı da bunun sayısız örnekleri vardı, bizde ise çok azdı, olanlarda yetersizdi. ‘Taşçıoğlu Hafız Okulu’nda’ kaldığım yıllarda, fazilet dürüstlüğü ile halkın büyük teveccühüne mazhar olmuş hocalarım …  öğrencisi olma onurunu yaşadım. Bunların din ve dünya görüşlerini, eğitim ve öğretim metotlarını, bizzat yaşadığım ve öğrendiğim bilgileri yazıya geçirmeye çalıştım”, diyor. 

***

Tabii, değerli Hocamız; “Hoca Hakkı” kavli gereği, saygıda kusur etmemiş ama anlattıklarına bakılınca bunlar pedagojik nosyonu olmayan, eli “sopalı”, empati yapamayan, “eti senin, kemiği benim!” geleneksel ifadesine sahip kişiler… O nedenle, isimlerini vermedim. 

***

Mesela mı? Mesela, “1955 Aralık ayıydı. Şiddetli bir kış geçiriyorduk. İnsanın iliğine işleyen bir soğuk vardı. Yatakhanemiz iyi ısınmıyordu. Nazik bir beden, yetersiz beslenme, sürekli hasta olurum korkusu içinde tutuyordu beni. Ayağımızı sıcak tutacak ne bir ayakkabı ne de üzerimizde doğru dürüst bir kış elbisesi vardı. (…) 

Akşamdan hastalandım. Gece sabaha kadar fena öksürdüm. (…) İyi hastaydım, halsizdim, marazı duygular her yerimi sarmıştı. Hastalığın ve yorgunluğun etkisiyle içimde bir çeşit öfke de vardı. Bedenim öyle cansızdı ki kendimi kimseye ifade edemiyordum …” 

***

Evet. Çok küçük yaşta. Dokuz yaşında, ana kucağından, baba ocağından yeni ayrılmış, hastalanmış, ateşler içinde kıvranan bir çocuğu, Devlet Hastanesi ya da bir doktor yerine ve kışta kıyamette, köyüne gönderen insanlardan söz ediyorum. Bu şartlar altında bu çocuk; Otuz kırk santim kar kalınlığında, buz gibi ayazda, ateşler içinde köyüne gidiyor. Götüren de amcası…  Mesafe de yirmi kilometre, Develi’ye. 

***

Önce minibüsle Develi’ye gidiyor, tek başına. Sonra, oradan at sırtında, yirmi kilometre uzaklıktaki köyüne gidiyor, at sırtında.    Terkinde götüren de amcası…  Giderken de ateşler içinde kıvranıyor. Elleri, ayakları, buz kesmiş vaziyette…

***

Beyler, bu çocuklar sizlere emanet edilmiş. Bir kere, insani yanını bir yana bırakın, konuya dini açıdan bakarsak hocalarımız; “emanetin” ne demek olduğunu bizlerden çok çok iyi bilirler ya da bilmeleri lazım. Bu çocuğu nasıl koy verirsiniz! Kusura kalmayın, nasıl insanlık, nasıl eğitim anlayışı bu?

***

Evine vardığında, hemen her yerini ısıtmaya başlıyorlar. Babaanne, babasına; “Oğlum Ali, ne var ki bu çocuğu bu yaşta attın gurbet eller. Ne kadar sararmış çocuğum? Elleri ayakları, ayakları titriyor, her tarafı buz tutmuş çocuğun.  Hastalanmış yavrum. Zatürre olabilir. Tabii ki gurbet ellerde, ne yiyor, ne içiyor bilen yok. Elbette hastalanır yavrum.” Anne ise, ağlamaklı, perişan bir durumda…

***

Atik Hocamız, öyle sıkılmaya; öyle bunalmaya başlıyor ki, “avare!” gibi dolaşıyor, Kayseri cadde ve sokaklarında, tasını tarağını toplayıp, elindeki avcunda ki para ile İstanbul’a, bir meçhule kaçmak istiyor… Yıl 1957, on bir yaşlarında… “İcazet”, dışarıdan ilkokul bitirme, İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü… Derken, akademik kariyer.

***

Tabii, bu süreçte, dost diye bildiği, bazı arkadaşlarının da yanlış yönlendirmesine maruz kalıyor. İşin garibi, bu kişilerde, yatılı Kur’an kursu talebeleri. 

***

Neyse daha fazla girmeyeyim bu konuya. Adlarını vermediğim, hocalarımızı da rahmetle analım. Onların da yetişme tarzları öyleydi ki herhalde öğrencilere de aynı metodu uygulamak ihtiyacı hissetmişler. 

***

Kitabı, mutlaka temin edin, okuyun. Sanırım, Hunat Kıvılcım’da olacak. Bana başka kaynaktan geldi.