Zemheri çıkmak üzere… Neredeyse “gücük” girecek… “Yağmadı, yağmadı!”, derken, “yağayım da bir gör!” dedi. Tabii o meşhur soğuğu da peşinden getirdi. Bu karı ancak, “gaba yil!” memuru kaldırır. Duyduğuma göre o da, senelik izindeymiş, mart sonu gelecekmiş.
***
Öyle ya, “koskoca” belediye başkanları yanlarına yardımcılarını, müdürlerini alıp küreklerle yollara düşecek halleri yok ya! Tabii, ana yollar iyi kötü “kürünüyor”, ya ara yollar? Asıl sıkıntı da burada.
***
Çocukluğumuzda, at arabasının zor geçtiği, daracık sokakların olduğu Kayseri’yi, düşünüyorum. Bir taraftan yağış, diğer taraftan sokaklara damlardan ve “hayatlardan” kürünen kar, sokakları geçilmez ederdi. Ne yapsın belediye, alet, edevat, yeterli eleman yok ki, karı kaldırıp, sokakları açsınlar.
***
Bir de dört evin arasında “karlıklar vardı. Bir kısım kar, buraya kürünürdü. Kamu malı olan karlıklar da kalmadı.
***
Tabii, çareyi de sokak sakinleri bulur, kayılmasın diye odun, kömür külü döker, “ayakçak” yapar. Tabii, damlar kürünürken, atılan kar, sokaktan geçen elektrik tellerini de kopartır. Her ev de telefon yok ki, “şirketi” arayasın.
***
Kar yığınına çocuklar “batak” yapar, farkında olmayan, bir de bakmışsınız içine düşmüş. Çıkar, başlar çocukları kovalamaya, küfrederek. Bir de mahalleler arasında çocuklar kartopu oynar. Kardan sakınmak için “saku” kullanılır; ayrıca kartopunun içerisine taş koymak yasaktı.
***
Hatırlar mısınız? Bilmem… Kayseri dışından arayanlar için, postane görevlisi evlere kadar gelir, arandığınızı haber verir, siz de postaneye gider, eşinizi, dostunuz, akrabanızı arardınız.
***
O yıllarda, ev telefonu sahibi olmak, prestij vesilesi idi. Arkadaşlar arasında “hava basmak” için ev telefonlarını numaralarını alırdık.
***
Bir mahallede, bir-iki evde otomatik telefon vardı. Söylemesi ayıp, bizim evimizde de… Numarası da 1887… Dükkanımızın ki, 1629. Mesela, elektrik abone numaramız, gün gibi hatırımda; 222… Elektriği olmayan komşuya kablo ile elektrik verdiğimizi iyi anımsarım.
***
Elektrik de çok az evde vardı. O nedenle Elektrik Şirketi hem aboneliği ve hem de tüketimi teşvik için bedava ütü dağıtırlarmış. Nasıl dağıtmasınlar? Şirketin borcu nedeniyle, bankalar, imza atan ortağın evine gider hacze. Onlar da ne yapsın, hacz edilmesin diye, kıymetli halılarını ya komşularına ya da akrabalarına teslim ederlermiş. O zaman beyaz eşya, TV olmadığından bir evin en kıymetli eşyası halı. Koskoca banka, bakır “kap-kacak” hacz edecek değil ya?
***
Şirket arıza memurlarının, bekçiler gibi özel giysileri ve terek önünde “KEŞ” yazan şapkaları vardı. Usta, yanına “yamağını” alır, omuzuna merdiveni yükler, arızaya gidermiş. Giderlerken, Şirket ortaklarından birisi bunları görünce; “Merdiveni buraya bırakın, şunu bizim eve götürün!”, derlermiş. İsterlerse götürmesinler… Öyle ya, o zaman, eşraftan, otuzu aşkın ortağı vardı Şirket’in… Arıza unutulur, ağanın işi görülür, öncelikle…
***
Bu anekdotları, muayene/abone ve arıza memuru rahmetli Mehmet Köycü anlatırdı… Rahmetli, müthiş mukallit adamdı… Değme tiyatroculara taş çıkartacak biçimde taklit ve doğaçlama espri yapardı…
Abone yaptırtacaklar, “Allah’tan korkar gibi Köycü’den korkardı”. Öyle ya, o ilk imzayı atmadı mı, abone olmazdı. Güzel insandı, çok güzel insanlarla çalıştık, Şirket’te vesselam! Ömrümün on beş yılı Şirket’te geçti.
***
Bir gün rahmetli peder evi arıyor… Ara, ara meşgul… Rahmetli anam bir arkadaşı ile konuşuyor. Çırağına; “Bisiklete bin bizim eve git. Halana söyle telefonu kapatsın, ustam seni arayacak!”, de… Nitekim, öyle de olur; “Gavur herif bir telefon konuşmama bile izin vermiyor!” yakınması ile telefonu kapatır.
***
Yine bir gün rahmetli anam telefon açmış bir arkadaşına… “Görevimiz tehlikede!”, dizisi başlamış, rahmetli de konuşmaya… Dizi bitmiş, anam hala konuşuyor…
***
Ne mi konuşuyor? Ölenler, hastalar, evlenenler, boşananlar vs. Ne oldu biliyor musunuz? Anam öldü, yakın, uzak akrabalardan, yakınlardan haberimiz olmaz, oldu. Şimdi oluyor ama nice sonra…
***
Manyetolu telefon dönemine yetişmedik ama köy, kasaba ve ilçelerde gördük… Şehirler arası aramalar bir alemdi. Normal arama, saatlerce beklerdiniz telefon başında. Hızlı ve yıldırım aramalar pahalı ama zamanı kısaltırdı.
***
Mesela, o yıllarda, İstanbul’u ararsınız, Van bağlanır… “Van, çık aradan!”, sözü espri konusu olurdu. Bir espri konusu da şuydu: Harf devrimi öncesi… Okuma yazma bilen çok az. Mektupları ya okula giden çocuklar ya da mahalle sakinlerinden az sayıda ki birisi yazar.
***
Mektup deyince de öyle aşk mektubu falan değil. Baştan aşağı selam, kelam; hal hatır… En sonunda; “Bu mektubu yazan ben Kadir de sizlere selam eder, ellerinizden öper!”, denir. Haliyle sizin de büyüdüğünüzü, okula gittiğinizi akrabalarınıza iletmiş olursunuz.
***
Tabii, sıra zarfa gelir; zarfın üstünü yazmaya… Zarf da postane önünde satılır. Alırsınız, postane memuru önüne koyarsınız; yazar, yazar sıra gideceği ile gelir: “Mamuratül Aziz”. Memur bir türlü yazamaz. Sonunda, hemşerim; “şunu Adana yazsak olmaz mı?” der.
***
Postane önünde, zarf üstü yazan, para ve posta makbuzu dolduran arkadaşlarımız vardı. Harçlıklarını çıkartırlardı. Eeee… Boşuna dememişler, “doğa boşluk kabul etmez, mutlaka doldurur!”