1964’ten beri İstanbul ile ilişkimiz eksik olmadı… Okul, akraba ve çocuklarımız nedeniyle… Hâlâ en az, yılda iki ayımız geçer. Okulumuzun, yurdumuzun farklı yerlerde olması; akraba ve çocuklarımızın çok farklı yerlerde oturması nedeniyle neredeyse adım adım biliriz İstanbul’u…
**
Gerek öğrenciliğimizde ve gerekse de sonrası, imkanlarımız ölçüsünde yedik, içtik gezdik… Hâlâ da bunları yaparız. Sanırım bizim kuşak; henüz arabeske, ezo gelin çorbasına, lahmacun ve şiş kebaba teslim olmamış, İstanbul’u tanıyan son kuşak. Gecekondu ve kaçak inşaat yeni yeni başlamıştı… Kravatsız, tıraşsız Beyoğlu’na gidemezdiniz.
**
Boğaziçi vapurları gecikirdi, Çengelköy’ün “zerzevatından”, Beylerbeyin’in “iltifatından”. Çengelköy’den, tarla, bahçe ürünleri yüklenir. Vapur Beylerbeyi’ne gelince; vapura binerken insanların; “Siz buyurun mirim… Olmaz siz buyurun efendim!” nezaketinden, iltifatından gecikir. Bazen kaptan köşkünden uyarı gelirdi…
**
Bizim kuşaktan İstanbul’u en iyi bilen, yaşayan kim derseniz, Taner Erdemir derim. Anılarını yazsa “best seler” olur ama yazamaz çünkü tembel… Sonra Tuncer Erten Hocamız ve İbrahim Yardımcı dostumuz gelir.
**
Tabii, yıllar sonra, 1980’lerde çalınmaya başlayan; “Kız sen İstanbul’un neresindensin” şarkısı, dinledikçe bizler eski günlere götürdü. Sanırım beste Ünal Narçın’a aitti. Emel Sayın da çok güzel okurdu. Hani diyordu ya Cahit Sıtkı; “Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş’tan; Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan.” Dostlar, bizimkisi de böyle bir şey.
**
Her ne kadar İstanbul mega bir köy olsa da, bir sevgidir, bir tutkudur. Ama gittiğimizde bile, yaş gereği, pek gezemiyoruz… Maslak, Emirgan, Sarıyer üçgeninde mekik dokuyoruz. Diyeceksiniz ki; “Allah’tan kork, daha ne istiyorsun?” Haklısınız. Ama ne olursa olsun, “İstanbul’u gezmeye bir ömür yetmez!”
**
Tabii, bu yazının devamında dini ve tarihi eserleri, tekkeleri saymak, ünlü hoca ve hafızlardan İstanbul beyefendilerinden, hanımefendilerinden de söz etmek gerekir. Ama onlara da bir başka yazıda söz edeceğim. Bu alanda da epey bir bilgi sahibiyim. Sizler İstanbul’un “bir başka” yönünü anlatacağım.
**
Bana bu girişi yapmama şu alıntı neden oldu. Kısaltarak, bir iki ilave ile alıyorum. Metin, Kadir Kömürcü’ye ait. Kim olduğunu bilmiyorum.
**
Bir defa; Yanni, Taki, Aleko, Yasef, Dikran, Anastas, Rober, Akabi, Raşel, Sarkis, Koço, Bedros, Jirayr isimlerinde İstanbul yerlisinden arkadaşları olmamış, onlarla kahvede, maçta, tavernalarda, okullarda, beraberce ağlayıp gülmemiş dostlarımız İSTANBULLU sayılmaz…
**
Bunlara ilaveten; … Çiçek Pasajı’nın Entel Cavit’i ile sohbet edememiş, [meşhur Berç ile pazarlık pazarlık yapmamış], … , Sulukule’de raks evlerine gitmemiş,
**
… Kumkapı’da rakı sofrasına dostça oturup, yine dostça kalkmamış akşamcılar, Moda’daki Koço’yu bilememiş ve nefis mezelerinden tatmamış, [Kuzguncukta İsmet baba’nın yerine uğramamış] [Üsküdar’da Kanaat Lokantasında ev yemeği yememiş] dostlarımız İSTANBULLUYUM diyemez…
**
… Beyoğlu’ndaki Abanoz Sokağı’nı, Yüksek Kaldırım’ın sosyetik aşüftelerini, [Zürafa Sokağı] bilmeyen, Yeşilçam Sokağı’nın eski halini, oraya yakın aport da iş bekleyen Figüran Kahvelerini ve oralardaki sohbetlere şahit olmamışlar, Tepebaşı’ndaki Müzisyenler Kahvesini ve organizatör Sarı Orhan’ı bilmeyenler,
**
Sarıyer Sahili’nde balık, Pendik Hilmi Gazinosu’nda pilaki yememiş olanlar, Süreyya Plajı’nda denize girememiş, … Adaların tümünü gezememiş, Gaskonyalı Toma’yı ve Bostancı’da Saksonyalı Vedat’ı tanımamışsan,
**
Notre Dame de Sion Fransız Kız Okulu önünde kız araklama teşebbüsünde bulunmamışsan, Beyoğlu’ndaki Atlantik’te sosisli ve Amerikan salatalı sandviç yememişsen, İmam Sokak’taki meşhur Çağlayan Saz’a gitmemişsen, yine Beyoğlu Rebul Eczanesi’nden limon kolonyası veya lavanta kolonyası almamışsan,
**
… Kurbağalı Dere’nin o meşhur kokusunu da duymamışsan, Todori’de meze yememişsen; Adamo’yu, Peppino di Capri’yi ve Louis Alberto Del Parano’yı, Los Paraguayos Orkestrasını Kervansaray’da, Roberto Lorano’yu Taksim Belediye Gazinosu’nda dinlemek şansına sahip olamamışlar, çirozu iki kuruşa Balık Pazarı’ndan alıp yiyememişler, Haliç’de torik balığı yakalayıp lakerda yapmamış olanlar,
**
Beyoğlu’ndaki İnci Pastanesi’nde profiterol, Saray Muhallebicisi’nde tavuk göğsü tatmamış, Taksim İşkembecisini. [Lale İşkenbecisini] ve de Feriköy’deki, Balat’taki meşhur işkembecileri bilmeyenler,
**
…. Ramazanlarda oruç tutanın, tutmayanın nasıl kardeşçe yaşadığını tatmamış olanlar, Beyoğlu Ağa Camii’nde her hafta Mevlit okunduğunu ve Mevlit şekeri almak için Rum, Ermeni, Musevi sınıf arkadaşlarının nasıl da muzipçe oyunlar yaptığını görmeyenler ve bu anlattıklarıma daha belki de binlercesi ilave edilebilecek İstanbul’un özelliklerini bilmeyenler; İSTANBULLUYUM diyemezler…
**
Yani kısaca: Heybeli’de mehtaba çıkmamışsan, Kalamış’a bir tatlı huzur almaya gelmemişsen, Boğaziçi’ndeki şen gönüllere uzanamamışsan, Çamlıca’da sevgilinle birlikte bir iz bırakmamışsan, İSTANBULLUYUM diyemezsin. Sadece İstanbul’da yaşıyorum veya yaşadım diyebilirsin…
