KADİR DAYIOĞLU


BİR ZAMANLAR KAYSERİ

Sizi çok uzaklara değil, yakın geçmişe götüreceğim.


Sizi çok uzaklara değil, yakın geçmişe götüreceğim. Nüfusumuz birkaç yüz binde… Ama “şehirdi”. İnsanlar birbirlerini tanır; büyükler küçükleri sevgide; küçükler büyüklere saygıda kusur etmezdi…  Çok renkli simalar vardı… Onlarla ilgili anılar, anekdotlar peş peşe anlatılırdı. Hiçbiri bugün hayatta değil. Ama çoğunun çocukları, torunları hayatta… 

**

Mesela, çok renkli yerlerden birisi Kaleiçi idi… Herkesin bir anısı var burası ile ilgili. Kaleiçi’ni, 1950’lerin ortasından beri bilirim… Daha önceleri hangi amaçla kullanılırdı, bilemiyorum… Çok önceleri, yerleşim yeri yani bir mahalle olduğunu biliyoruz… Sakinlerine de “Kaleliler” derlermiş… 

**

İki giriş kapısı vardı… Hunat tarafından girince sağlı sollu kasap ve tavuk/yumurta ağırlıklı sabit dükkanlar göze çarpardı… Diğer giriş de Kazancılar tarafındandı… 

**

Meydana bakan kapı, sarrafların hazırlattığı proje uygulanırken, açıldı. 1980 ortalarında… İnşaat işi bitince kapatılacaktı. Hatta, burası mahkemelik falan oldu. Sonuçta, baskılar, bürokrasiyi yendi, kalıcı hale geldi. Şimdi ise işlevini asla kavrayamadığım yeni düzenleme yapıldı, Mehmet Özhaseki’nin Başkanlığı zamanında. 

**

Hunat girişi solda, Kayseri’yi “su ürünleri” ile tanıştıran ve halen bu işe devam eden “Murat Balıkçılık” vardı… Tabii, o zaman ismi neydi bilmiyorum… Başka balıkçıların olup olmadığını hatırlamıyorum… 

**

Hunat girişinin sağ tarafta meşhur “Yumurtacı Mustafa”, asıl ismiyle Mustafa Boncu vardı. Çok meşhur adamdı, rahmetli… Avurdu dışa çıkık olduğundan, “yamuk Mustafa” derlerdi. Kardeşi, Mehmet topaldı, arkadaşım olurdu, Ara sıra görüşürdük. Düvenönü’nde bisiklet tamir ederdi. 

**

Boncuk Mustafa, canlı tavuk, yumurta ve güvercin satardı… Yumurtayı; “Yumurta göt…den yini çıktı, bakın daha sıcak!” diye gösterirdi, müşterilere… 

**

Bir gün, kıymetli güvercini, “ağcanat” kaçıyor; Yamuk Mustafa da; “Gitmeye gidiyon bari barıma bi sı….ç da git!” diye yumruğunu göğsüne vurmaya başlıyor… Müfrit Demokrat Partili idi… Tercüman okurdu… Ceket cebinde Tercüman gözükecek biçimde gezerdi… Abone olduğu, Meydan’daki Saray Kitapevi’’ne gelir; “Boncuk Gazetesi’ni verin!” derdi… Evleri de Düvenönü eski Almer Otel’in kıble tarafındaydı; dedemlerin de komşusu olurdu… 

**

Yakın arkadaşları da Tenekeci Topal efe, Deli Hacı ve Gözlüğün Osman idi… Efe, aynı zamanda kekemeydi… Şiremenli de tenekeci dükkanı vardı… Genelevine giden faytonlar buradan kalkardı. Genelevine giden bir delikanlı, cebindeki gözler görmedik bıçağı, ne olur ne olmaz diye, Efe’ye emaneten bırakmış; “dönüşte alırım”, demiş… Dönüşte bakmış “bıçak mıçak” yok ortada… 

**

Öyle ya, güzel bıçağı Efe, “iç etmiş!”.  Nedenini sorunca; “Gardaşım zor kurtardım paçayı… Giçapı garagolu’nun gomseri Ahmet geldi… Bıçağı gördü… Bu yasak dedi… Aldı gitti… İstersen git ondan al!”

**

Yine bir gün “bağda alem” yapmaya gidenler, Tenekeci Efe’yi de almışlar yanlarına, “iki yarenlik” versin diye… Tabii, bir de hizmet gören bir adamda da var… Öyle ya, ağa adamlar… Efe’de, edepli adam masanın ucuna, kapıya yakın bir yere oturmuş…  Soğuk bir hava… Bir yandan sohbet koyu… Bir yandan soba yanıyor… Bir yandan sigara dumanı… İkide bir havalandırmak istiyorlar odayı… Bunu da hizmetçi yapıyor… 

**

Bir, iki, üç derken Efe Ağa iyice üşümeye başlamış… Bir kere daha kapıyı açmaya yeltenince, koluna yapışmış; “Arkadaş, ağa kesesinden sarhoş olmaya geldik; ayıktırıp durma adamı!” demiş…

 

Deli Hacı’yı; “Hasan Dağın keliği… Gakgubak, gakgubak!” diye, “cinletirlerdi!”  Gözlüğün Osman da bisiklet tamircisiydi… Gözleri trahomlu idi, sanırım… Pis bir yağlıkla, elleri pis bir durumda, gözlerinden akan suları silerdi… Kontrplak sandalyeyi darbuka gibi çalardı… Düğünlerin vazgeçilmez adamıydı… 

**

Ve tabii bunların en yakını, arada bir bunları bir araya getiren merhum Yahya Yelkanat…  Yelkanat, bu dörtlünün taklidini çok güzel yapar, dinleyenleri gülmeden kırar geçirirdi… Hele bunları, birbirlerinden habersiz, Büyük Sinema’ya götürüşü var… Anlattığı zaman kasıklarımız yırtılana kadar gülerdik… Allah rahmet eylesin… Anıları da onunla çekip gitti, kayıt altına alamadık, vesselam…

**

Başa dönelim, Kaleiçi’ne devam edelim… Sağlı sollu surların dibinde, sabit dükkanlar vardı… Bakkaliye ürünlerinde tutunda çanak çömleğe; ev eşyalarına kadar her şey satılırdı… Orta kısımda ise üstü tenteli yan yana “pastalar”

**

Şimdiki gibi o yılarda da elle sebze meyve seçemezdiniz, pazarlarda, manavlarda… Seçtirmezlerdi de aslında… Elini dokunamazdın sebze ve meyveye… Dokunursan, belaya kalırdın… Ne verirlerse onu alırdınız… Kesekağıdı kullanılırdı… Çoğu zaman bunlar; çimento kağıdından yapılırdı… “Hijyen mijyen” hak getire…

**

Malın iyisi, kasanın ön tarafına dizilir… Arka tarafına, bozuk, küçük, kalitesizleri konurdu… Bunu, müşteri göremez… O sadece, öne istif edilenleri görürdü… Pazarcılar çok mahirdi… Kese kağıdını doldururken orta, işaret ve başparmağını ustaca kullanırlardı… Kesekağıdı bir elde; diğer elin parmaklar dirgen gibi açılır, başparmak arkada… Sözgelimi üç tane elma alır, üç parmak arasına… İkisi önde, bunlar iyi; diğeri arkada… Arkadaki, çoğu zaman ya kurtlu ya çürük ya da küçük olurdu… Eve varıp boşaltınca anlardınız, yediğiniz “kazığı”… Neyse…