KADİR DAYIOĞLU


BİR ŞİİR...

“Ne yolcuya güvenirdi ne hancıya. Beyninde bir kuruntu merkezi vardı. Her gördüğü yerliye iç, Her gördüğü yabancıya dış, Düşman diye bakardı.”


Siyaset sıkmaya başladı... Ayıp değil ya, sıkıldım vallahi... Şu günler bir geçse de rahatlasak... Sizleri, altmış yıl geriye götüreceğim. Biraz nostalji yapacağım.

***

Yıl, 1963-64… Lise son sınıftaydık... Şimdiki gençler gibi bizlerde “abilerin” kucağına yavaş yavaş oturmaya başlamıştık... Mantık okumuştuk ama “neden”, “niçin” gibi soruların farkında değildik. “ağabeylerimiz” dedi mi, mutlak doğruydu… “Nas”, hükmündeydi, adeta… 

***

Şimdikileri bilmem ama o yıllar, bizlere biçilen misyon; vatanı, “Allahsız komünistlerden” ve her kötülüğün anası “Siyonistler”den kurtarmak... 

***

Her köşe başında bir “komünist”, her taşın altında bir “siyonist”  arardık… Merhum Cevat Rifat Atilhan’ın kitaplarını sabahlara kadar okurdum… Yanarım o günlere ki, hem de nasıl? Bana, “Kaybolan yıllarımı geri verebilir misiniz?”

***

Bir yerde, bugün İsrail bayrağında bulunan, “Magen David” ya da “David Yıldızı” gördük mü, orasını mutlaka bir “siyonistle” ilişkilendirirdik… 

***

“Gördün mü, duydun mu, falan caminin duvarında, falan mescidin pencere demirlerinde, falan yerin tavanında Magen David var (mış)!” diyerek ya sahibi, ya yaptıranı ya da ustası hakkında soru işareti koyar, bunların muhtemelen Siyonist olduklarına karar verirdik… Tabi, “alçakların!” içimize nasıl nüfus ettikleri konusunda hayrete düşerdik… 

***

İstanbul’da, Aksaray’da bulunan Valide Caminin pencere demirlerinde, “magen david” var. Merak eden gitsin baksın… Uzağa gitmeye gerek yok. Seyit Burhanettin Mezarlığı’nda bulunan bazı mezar taşlarının üzerinde de görürsünüz, “David Yıldızı”nı… Tabii, taşı yok etmedilerse. Allah’tan, fotoğrafladım.

***

Daha sonraları öğrendik ki, “Magen David” ya da “David Yıldızı” ya da “Muhrü Süleyman”  bereket sembolüymüş ve kültürümüzde ve başka kültürlerde yaygın olarak kullanılırmış… Yine daha sonraları öğrendik ki, - Kayseri dışındaki – ağabeylerimizin, abi bildiklerimizin, büyüklerimizin, sağcı geçinen “prof”ların bir çoğu ya masonmuş, ya dönmeymiş, ya da Almanya hesabına çalışırmış… Hatta, çoğunun akrabalık ilişkileri bile varmış… 

***

Bizim gibi, Boğazköprü’yü lise son sınıftan sonra geçen, Ankara’da ve İstanbul’da ki, araç yoğunluğunu “aval aval” seyreden bâkir “Anadolu çocukları”, bunları nereden bilsin ki?

***

Malum hikaye, Kırşehirli ilk defa İstanbul’a gitmiş… Moda sahilinde denizi seyrediyormuş… Adamın birine yaklaşmış; 

 

- “Hemşerim, burası neresi?” 

Yanıt da; 

- “Kadıköy!” olmuş… 

***

Adam biraz duraklamış, içini çekmiş, hafifçe; “Bizim oraya şehir, buraya köy diyenin, anasının gözlerinden öperim!” demiş…

***

Dönelim hikayemize; Demek ki, 1963-1964 dönemi... Dedim ya, Lise son sınıftaydık. Arif Nihat Hoca, Refet Körüklü, Yavuz Bülent Bakiler vs. vs. Kayseri’ye gelmişlerdi. Ticaret Odası’nda da bir etkinlik düzenlenmişti... Konuştular, şiir okudular ve gittiler... 

***

Belleğimde kalan sadece, o etkinliğe katılan birkaç arkadaşım... Mustafa Şerbetçioğlu, rahmetli Muzaffer Tok, rahmetli Ahmet Kaplan...  Bir de, döneminin Adalet Partisi ileri gelenlerinden birisi de toplantıdaydı. Mustafa Kemal’den söz açınca; 

 

- “Biz onu biliriz, anlatmanıza gerek yok!” türünden, fısıltı biçiminde söylediği sözler… Dedim ya, başka bir şey kalmadı, belleğimde...

***

Gelelim yazımın başında anons ettiğim şiire… Yaşadığımız hale...  Hali pür melalimize... İçerisinde bulunduğumuz “halet-i ruhiyeye”, uygun düştüğü inancıyla,  sizlerle paylaşmak istedim...

***

Ne için ve nerede yazıldığını bilemiyorum… Muhtemelen 1980 öncesine ait, olabilir; hiç önemli değil; gerisi detay... Arif Nihat merhum dörtlüğünde şöyle diyor: 

***

“Ne yolcuya güvenirdi ne hancıya.

Beyninde bir kuruntu merkezi vardı.

Her gördüğü yerliye iç,

Her gördüğü yabancıya dış,

Düşman diye bakardı.” 

***

Beğendiniz mi? 

Ağzına sağlık Hocam... 

Diline sağlık Hocam... 

Makamın Cennet olsun!..