TBMM açıldı… Açılışa ve verilen resepsiyona CHP ve TİP katılmadı… Katılmaz ya! Zorla katılacak değiller ya! İşin ilginci, yayınlanan bir fotoğrafta Tayyip Bey’in sağında DEM Parti Genel Başkanı Tuncay Demirhan… Solunda Ahmet Davutoğlu ve Ali Babacan oturuyordu.
***
Bahçeli, çok gerilerdeydi. Dervişoğlu, Meclise katılmış ama resepsiyonda yokmuş ya da fotoğraf karesinde.
***
Çok merak ettim. Sayın Erdoğan, Davutoğlu ve babacan için konuşma balonu çizilseydi, ne yazılırdı acaba? Davutoğlu ve Babacan için söyleyeyim; “Biz bu hatayı neden yaptık?”
***
İlginç bir fotoğraf daha vardı, Gelecek Partisi tarafından servis edilmişti. Davutoğlu hararetli bir şekilde, Sayın Erdoğan’a bir şeyler anlatıyordu. Herhalde; tuğla kalınlığında ki kitabı, “Stratejik Derinlikleri!” Fotoğrafı ben böyle okudum.
***
Bunu da vaktine havale edelim; bakalım Cumhurbaşkanlığı konusunda da sayın liderler bu şekilde poz verecek mi? Neden vermesinler. Her ne kadar Deva ve Gelecek CHP listesinden Meclise girmişlerse de, şu kadar iri iri laf sarfetmişlerse de; “Dün dündür bugün bugündür!”
***
Ve biz, isterseniz “bağ muhabbetine” devam edelim… Çatılı, kiremitli bağ evi çok azdı. Olanlar da Hisarcık ve Talas tarafındaydı… Gesi dolaylarını bilmiyorum… Oraları da Hüseyin Cömert hocamız yazsın… Çamlar da bu evlere hastı. Çam, 50-60’larda zenginlerin ve ağaların bahçesinin süsüydü. Ahşap direk üzerine beton dökme geleneği yeni yeni başlamıştı. Daha sonra bunlar, tamamen betona dönüştü… Betondan amaç; meyve kurutmak, gece yatmak; “börtü-böçük” ve akıntıdan korunmak…
***
Genellikle damlara ardıç ya da katran türü dayanıklı ağaçlar döşenir, ki birkaç asır dayanır, üstüne sal ve onun üstüne sıkıştırılmış; zaman zaman “yuvaklanan” killi toprak serilirdi. Örtmelerin (ötme) önünde, kolon vazifesi gören, yan duvarlara yakın, iki ağaç direk ve bunların üzerine oturan, kiriş ya da hatıl vazifesi gören bir hezen…
***
Ağaçlar, 20-30 cm ara ile hezen üzerine sıralanırdı. Hezeni olmayan ötmelerde direkler yan duvarların üzerine döşenirdi. Ufak tefek öteberinin takalar ve yatakların konduğu yüklükler örtmelerin alameti farikası idi. Arka duvarda, bazen yanlarda da bir ya da iki tane taştan yapılmış pencereler tamamlardı yapıyı.
***
Pencereler biri ortada, ikisi yanlarda ve birisi yukarıda yatay konmuş taş bloklardan yapılırdı. Boşluktan, yan da olsa bir insan giremezdi. Her halde, güvenlik için olsa gerek. Unutmayın, bir insan kafasının girebildiği her deliğe vücut girer. Bu da hırsızlar, bizden ufak bir yol gösterme…
***
Mutfaklarda, koni şeklinde, tenekeden yapılmış içinde gazyağı bulunan, fitilli idare lambası bulunurdu. Bununla hem ortam aydınlatılır ve hem de pişen yemeğe bakılırdı. Bu çok zahmetli olduğundan yemekler, genellikle, dışarıda, üç taştan yapılmış ocakta pişirilirdi.
***
Hanımlar öğle “gaflesine” (gezmesine) gitmeden önce yemeği ocağa vurur, üstünü çulla kapatır, hafif ateşte, “tık-tık, tıs-tıs!” diye akşama kadar yemek pişerdi. Gezme dönüşü, mis gibi pişen yemek hazırdı, artık. Şehirdekiler geldi mi, tahtadan yapılmış yuvarlak sofranın etrafına oturulur, aynı kaptan elle yenirdi, yemekler…
***
Şehre gitmeyen bizlerin, bir yaz boyu öğleyin yediği, üzerine tuz dökülen ve sarımsak sürülen bazen de kırmızı toz biberle takviye edilen bazlamalardı. Sadeyağ ve sucuk, zengin evlerinde olurdu… Bazlama yapıldığı gün mutlaka, çeşit çeşit, “yağlama”nın hâlâ özlemini çekerim. Üzüm zamanı ise, “bazlama-çaman-üzüm” üçlüsünden oluşan menüydü öğle yemeklerimiz. Nadir de olsa; kuş lastiği ve tüfeklerle vurulan serçe, bıldırcın ve sığırcıkların tadına da doyulmazdı…
***
Şimdi ise; sığırcık kalmadı, serçe ise çok azaldı. Bunların da, bizim orada, “ala karga” anasını ağlatıyor. Bazen kaplumbağaya (tosba) rastlıyorum. Bıldırcına, elmacığa, kanaryaya hasret kaldık. Allah’tan, güvercin besleme geleneği devam ediyor. Bu hayvanlar kalmayınca kartal, şahin, doğan, atmaca da gözükmez oldu.
***
Bazen güvercinlerin, bazen de gelengilerin (geleni) hatırına uçarken görüyoruz. Allah’tan Hisarcık’ta, bizim kayalıklarda, çaylaklar yumurtlamaya devam ediyor… Vakti zamanı geldi mi, daha yukarılara Çaylak Çukuru’na çekip gidiyorlar. Çok yazdım; bu hayvanları mutlaka koruma altına alınmalı…
***
Bunları evde falan da yemezdik, pelitlerin, cevizlerin ve fındıkların altında hallederdik. Hemen hemen hepimizin kuş lastiği vardı. Kauçuk olanlar çok makbuldü. Çatal yapmak bir sanattı. İyi çatallar dağdağan, meşe (pelitten), iğde ve elmadan yapılırdı… Ona şekil vermek, güneşte ya da ateşte kurutmak kolay iş değildi. Elma ağacı kıymetli olduğu için pek dokunulmazdı. Sanayi’de, marangozlara, tahtadan çatal yaptırtanlar da vardı…
***
Çok azımızın sapanı vardı. Sapanın “ayasını” yani taş konan yeri örmek kolay değil; “yılan sırtı” örmek başlı başına bir sanattı… Öyle güzel “ayalar” olurdu ki, “çör-çöpten” yapılmış elmacık yuvasına benzerdi. Ama “kız saçı” sapanı herkes örebilirdi. Kaytan ve onun ucuna bağlanan ipek, sapanın yakışığı idi. İpeği açmak, sonunda “mavzer” gibi ses çıkartır hale getirmek hayli zordu; bir de “çifteden” kurtulmak… Farklı açılardan tek bir hedefe yönelmeye “çifteleme” denirdi. Çifteye giren için taşı yemek, kaçınılmazdı…
***
Bazı arkadaşlarımız izmarit ya da büyüklerinden çalıntı sigara içerdi; tosbağa otunu içtiğimiz bile olmuştu; kalanlar da duvar kovuklarında saklanırdı. Sigaralar da Birinci, İkinci falan… Bafra, talebe sigarası… Yenice’yi biraz “okuma yazma” bilenler; Harman ise, şövalye yüzük takan “delikanlıların”, “celeplerin” harcıydı ve içimi serti. Çok yaşlılar tabaka kullanırdı… Hanımların içtiği Gelincik’in, dudağa gelen kısmını kırmızı bir kılıf geçirilirdi, rujları çıkmasın diye. Sipahi Ocağı’nı falan da hatırlıyorum. Filtreli sigara henüz gelmemişti, Kayseri’ye, o yıllarda…
***
Hele hele pelitlerin ya da cevizlerin altında, küçük paralarla oynadığımız remi, konkenli günler çok geride kaldı. O nedenle, en kıymetli eşyamız, “52’lik oyun kağıdı” idi. Herkes de bulunmazdı.