Büyüklerimizi dinlerken aklıma hep “Ağustos Böceği ile Karınca” hikayesi geliyor. Ne bitmez tükenmez kaderimiz varmış, masal dinleye dinleye bir ömür bitirdik!
***
(La Fonten)in ünlü Ağustos Böceği İle Karınca masalını ya da fablını bilirsiniz... Uyarlamayı kimden almışım, not almamışım. Yine bilirsiniz, (La Fonten) fabllarıyla yani hayvanları konuşturan masallarıyla ünlü bir Fransız ve Parisli...
***
Bu, masal bence; “Büyüklere masaların” şaheseridir... Çalışmanın, alın terinin ne derece erdemli olduğu; yazın alın teri dökenlerin kışın ne derece rahat ettiği; yazın kaytaranların kışın ne denli sıkıntı çektiği anlatılır bu masalda...
***
Gerçek hayat öyle mi? Gerçekten hayat, fablda anlatıldığı gibi mi? Yersen tabi “evet”; bizim gibi delinmedik bir kulağınızın arkası kaldıysa “nah” dersiniz.
***
Yine bilindiği gibi bu masalda karınca büyüklerimizin dediği çalışkan; Ağustos Böceği de kaytarıcı, tembel insanı temsil eder... Öyle ya bizlere büyüklerimiz de bize hep karınca gibi olmamızı tavsiye ederlerdi... Şimdikilere ne tavsiye ediliyor? Bilemiyorum... Ama “paran kadar konuş!” sözünün ilke olduğu günümüzde, “köşeyi dönün!” dediklerinden eminim. Ben bu masalın farklı bir uygulamasını vermeye çalışacağım... Daha önceleri de vermiştim...
***
Efendim. Zaman, zemherinin hüküm sürdüğü günler... Dışarıda çat ayazı var; tükürüğü donuyor, insanın... Ortalık kar ve buzla kaplı... Kuş uçmuyor, kervan geçmiyor... Evliya Çelebi merhumun dediği, damdan dama atlayan kedinin havada buz tutuğu kışları anımsatıyor.
***
Karınca, evine çekilmiş; odunu kömürü hazır... Kışlık erzaklarını dizmiş, raflara... Rahat bir biçimde divana uzanmış, TV seyrediyor... Bir yanda gürül gürül yanan sobanın üzerinde fasulye pişiyor... Pişen fasulyenin kokusu, mis gibi etrafa yayılıyor... Yanına bir bulgur pilavı, bir tas ayran ve bir de bir baş soğan ve turşu koydu mu, yemeye doyum olmaz...
***
Aklına birdenbire, yersiz yurtsuz; ipsiz çulsuz, yazın “keman çalan” Ağustos Böceği geliyor... Ne de olsa arkadaşı... Arkadaşının ne halde olduğunu tahmin ediyor... Acıyor... İçini çekiyor; “keşke bana sığınsa, nasıl olsa bölüşülecek bir ekmeğim var!” Tam bu esnada kapısı çalınıyor... “Hayırdır inşallah... Bu kışta kıyamette gelen kim acaba?” diyor ve kalkıp kapıyı açıyor...
***
Kapıyı açınca, gördüğü manzara karşısında gözlerine inanamıyor!... Gözlerini ovuyor... Karşısında ki, biraz önce acıdığı, ekmeğini bölüşmek istediği Ağustos Böceği, değil mi? Bizimkisi, kürkler içerisinde... Başında astragan bir kalpak... Ayağında yılan derisi çizmeler... On parmağında on pırlanta yüzük... Son model bir (Rolsroys) , bir şoför ve bir de koruma... Hoş beşten sonra Ağustos Böceği:
***
- “Karınca kardeş... Karayip’lerden geliyorum; Yılbaşı için Paris’e gidiyorum... Geçerken bir şöyle bir uğradım... Hatırını sormak istedim. Bir isteğin, Paris’e götürülecek bir sözün var mı?”
***
Karınca, şöyle bir içini çekti... Bir müddet sessiz kaldı... Derin derin düşündü, acı acı güldü...
- “Teşekkür ederim... Zahmet etmişsiniz... Size iyi yolculuklar, bol eğlenceler, iyi Noeller dilerim. Vaktiniz olursa, (La Fonten)e de bir uğrayın... Biliyorsunuz Paris’te oturur... Selamlarımı iletin... Anasının gözlerinden öptüğümü söylemeyi de unutmayın. Ne demek istediğimi, o anlar!..”
***
Evet. Masal dinleye dinleye bir ömrün sonuna geldik... “Seyre daldık gonce-i handânı bir ömür bitti! Emekli, asgari ücretliye fitre verilir hale geldik.
***
Aslında, masal dinleyen ilk nesil de değiliz... Anlaşılan son da olmayacağız!.. Öyle ya!.. Büyüklerimiz ne derse doğrudur... Bizlere inanmak; “karınca” olmak düşer...