Diyorlar ki, “Abdullah Gül’ü neden ön plana çıkartıyorsunuz”. Tabii, bunda özel bir amaç olduğunu sananlara şunu söyleyeyim: Sayın Gül’ü çok eskiden beri tanırım, yaşça benden küçük. Amcaları rahmetli, Ziraat Y. Mühendisi Mahmut Gül, “Kümbetönü”nden komşumuz olurdu. Ben ona abi, o bana “Kadirim nasılsın?” derdi. Dedemden ve ebemden söz ederdi. Rahmetli Mahmut Abinin, Lise’ye gidişin çok iyi anımsarım. Sanırım o yıllarda, Abdullah Beyler, Sahabiye’de otururlardı.
***
Onlarla ilgili anılarını anlatırdı. Büyük bir bahçemiz (yaklaşık sekiz yüz metre kare)) ve içinde tek katlı beton damlı yığma evimiz vardı. Rahmetli “ebem” “Hanım Hala”, bahçede ıspanak, lahana, marul, soğan vs. yetiştirir, yerinde satardı. Dedem de yemenici idi; “yemenici Kadir ağa!” diye anılır, Kapalı çarşı da dükkanı vardı. Ustası da, bir Rum hemşerimiz… Uzun hikaye…
***
Tabi, çift kollu terazinin dirhemi “taştandı”. Suyu da, mahalle çeşmesinin giderine bağlı, havuzdan temin ederdik. “Zibili” de, bahçeye deşarj olan tuvaletten. Pislik burada birikir, sobadan çıkan küllerle, toprakla karıştırılır, “kara zibil” olurdu. Yanınca, bahçeye saçılırdı. O yıllarda, nerede, fenni gübre.
***
Sonra “yüzük kaşı gibi bu bahçe”, “18. Madde” uygulaması ile, “ıspanak fiyatına” satıldı; yerine lüks bir otel yapıldı. Bir bizimki mi? Ne gezer, o adada bulunan on ikiye yakın parsel, bu şekilde, “ıspanak fiyatına” gitti. Yerinde, kâşâneler yükseliyor. Bakalım fakir, fukara, garip gureba, dul ve yetimin hakkını, Kocasinan yetkilileri nasıl ödeyecek?
***
Bu güne kadar, Sayın Gül’ün, Bu güne kadar bir fincan kahvesini, bir bardak çayını içmiş değilim. İkbal dönemlerinde, bir araya gelmemiz hiç olmadı. Ama sağ olsun, köşemin, sürekli okuyucularından.
***
Ne bir mevki ve makam ve ne de bir akçalı iş istedim. Ama ahdettim, İstanbul’a bu gidişimde, ofisine uğrayıp, bir yemeğini yiyeceğim. Zira, ofisleri bizim oğlanın evine çok yakın, çağırsan duyulur.
***
Bir şey daha dikkatimi çekti, Muıstafa Çıkrıkçıoğlu’ndan başka “vakıftan” kimse yoktu. Yanılmıyorsam bir ara Yaşar Küçükçalık gözüme çarptı… Yoksa, onlarda mı çekiniyorlar, Abdullah Bey ile aynı kareye girmekten? Vallahi, inancımı söyleyeyim; insan emeği ile gurur duyar. Bu duygunun şu ya da bu nedenle, perdelenmesi doğru değil.
***
Çıkrıkçıoğlu ile uzun uzun sohbet ettik; değerli Rektörümüz Cengiz Yalçın ile de… Çıkrıkçıoğlu, hayırsever birisi. İsmini duyardım ama hiç tanışmazdık. AGÜ töreninden bir gün sonra verilen kahvaltı vesilesi ile tanıştık.
***
Mesela, Çıkrıkçıoğlu, Vali Yardımcısı Sayın Abdullah Kalkan’ın ricası ile, Kepez/Talas köyünde yarım kalan okul inşaatını tamamlamış; Vilayet de kadirşinaslık gösterip Betül Çıkrıkçıoğlu İlk Okulu ve Mustafa Çıkrıkçıoğlu Orta Okulu ismini vermişler. Fotoğrafını gördüm, okullar çok güzel olmuş. Tabii, hayırları bu iki okulla sınırlı değil. ERÜ’de de var hayırları…
***
Tabii, yeri gelmişken, Abdullah Çalapkorur’dan da söz etmesek olmaz. Yoksa çok kızar bana. Çalapkorur, enteresan bir adam, her yerde o var; tanımadığı kimse yok. Eli çok açık, “kıymalısı yenir!”; haberiniz olsun. Ha, bir de sekiz köşe “gakko” şapkası giymiş.
***
Uyardım, şapka tamam da, siyah adana şalvarı, sütbeyaz gömlek, sivri burun, yumurta topuk siyah, bağsız ayakkabı, lacivert ceket ve bir de beyaz çorap. Bu aksesuarlar olmazsa, şapkayı takma dedim. O da “olur abi!” Bakalım, yenge ne diyecek?
***
İnşallah, Çalapkorur gibiler bu kentten eksik olmaz. Zor yetişiyorlar. Şu kritik ortamda, Abdullah Beyin, fotoğraf karesine girmek, her iş insanının harcı değil; “aforoz” ederler adamı. Katılan birkaç iş insanı vardı, tanıdığım, kusura kalmasınlar, isimlerini vermiyorum. Ama bir iş insanı olan Çalapkorur, hiç çekinmedi, Abdullah Beyin yanında gözükmekten.
***
AGÜ kurulalı on beş yıl olmuş. Bin beş yüze yakın mezun vermiş. Ne diyelim, daha nice on beş yıllara, daha nice bin beş yüz mezunlara. Başka ne diyelim? “İşte geldik gidiyoruz, şen olası Halep şehri”. Yani, bizim nesil, ikinci on beşinci yılını göremez. Ama arşivlerinde, bu yazılarımızla anımsanırsam, mutlu olurum. O kadar…