KADİR DAYIOĞLU


RAMAZAN GELDİ HOŞ GELDİ!

“Nerede o eski Ramazanlar?” yerine daha doğrusu, çocukluğumuzun Ramazanlarını çok özlüyorum…


Bu yazımın öznesi gördüklerim, duyduklarım, yaşadıklarım. Dışında kalanlar asla değil. Lütfen alınmasınlar. Zira çok sıkıntılı günlerden geçiyoruz. Ben, 1994 öncesi Kayseri’ye (merkeze) bir ayna tutmak istiyorum. Sizi bilmem ama 1994, Kayseri’nin sosyal dönüşümü için milattır, benim için.

***

“Nerede o eski Ramazanlar?” yerine daha doğrusu, çocukluğumuzun Ramazanlarını çok özlüyorum… Sıcak yaz günlerinde, ebemin sırtında, “tekne orucu” tuttuğum, buna rağmen yine “tokanaya” gidip bir şeyler atıştırıp, üzerine afiyetle bir bardak su içtiğim Ramazanları…

***

“Kale surlarına” konan, birinci harpten miras kalan, topun sesini duyunca, “atıldı, atıldı!” diye bağırarak evlerimize koştuğumuz; iftar sofrasına oturup hazırlananları afiyetle yediğimiz günleri.

***

Teravih namazını bahane edip camiye gittiğimiz, camide yaramazlık yapıp, kovulduğumuz günler hâlâ belleğimde… Sahurda, rahmetli anamın, bin bir zahmetle yapıp, önümüze koyduğu, kayısı ya da üzüm hoşafı ile yediğimiz “yuka(yufka) böreği”ni nasıl anımsamam? Şimdi ona “gözleme” diyorlar. Gözleme, boy ölçüşemez bizim “yuka böreği” ile… 

***

Kış günleri, kolay mı buz gibi mutfakta, böreği hazırlamak. Her evde mutlaka, “horantaya” göre, bazen iki metreye varan “yuka” olurdu. İçini hazırlamak, her hanımın işi değildi. 

***

Bunlar aklıma geldikçe Baba Erenlerin, “Ramazanla aran nasıl!” sorusuna; “Evlat çok iyi de, bir de şu sahuru öğleye alsalar!” yanıt hiç hatırımdan çıkmaz. Öyle ya, uykulu uykulu sahura kalkacaksınız…

***

 Yenilir, içilir… Sahur topuna kadar beklenir… Top sesi duyulunca, bir iki bardak daha su içilir, girilir yatağa. Tabii, en korktuğum şey de Davulcu idi… İn midir, cin midir? Yoksa bir canavar mı? Gecenin bir yarısında nasıl dışarıda gezerdi? Soruları hep kafamı karıştırırdı.

***

Öyle ya, evde ananızla yalnızsınız, babanız, sahur vakti gelecek ya kulüpten ya lokaldenya da kahveden… Mutlaka kumar oynarlardı; bazı kahvelerde, lokallerde, derneklerde paralı tombala çekilirdi, sahura kadar… 

***

İftar yapıldı mı, camilere koşulurdu; hele kadınlar “yer kapmak” için ışık hızı ile giderdi. Ama mekanları dedikodu gürültüsünden geçilmezdi. Zaman zaman aşağıdan erkekler uyarırdı. 

***

Erkekler ise namazın bitmesini dört gözle beklerlerdi. Öyle ya, onlarda yer kapacaktı kumar masasından ya da sinemaya yetişecekti. Geç kalanlar, “yer satın alırlardı” masadan. Yazın, çay bahçeleri ve sinemalar hınca hınç dolardı. O nedenle; bir iki camide, teravi kıldıran “motor hocaların” cemaati olmak tercih edilirdi… 

***

Öyle ya, cemaatin bir kısmı sinemaya, bir kısmı lokale, kahveye yetişecek. İmamım, besmele çekmesi, kısa ayet okuması, Allahu Ekber demesi, arkasından rükü ve secdeye varması bir olur… Tabii, saf diye bir şey kalmaz… Kimi henüz secdeye varmadan kimileri kalkardı. Hıza dayanamayıp, düşenler olurdu. Bir iki camide de hatimle kılınırdı teravi namazları, bu camilere “ağır Müslümanlar!” giderdi. 

***

“Motor hoca” arkasında, merhum Saadettin Kızıklı amcamızla (merhum Mehmet Kızıklı’nın babası) Cıncıklı Cami’de, “hızlandırılmış teravih” kıldığımızı anımsarım. Öyle ya, oradan da, Taş pastanesindekiKayserispor“geyiğine” yetişecektik. O yıllarda, Kayseri’nin en önemli konusu Kayserispor; haliyle yönetici,antrenör, futbolcular; maç alıp satmalardı, kümede kalmalardı “geyiklerin” öznesi. 

***

Şimdi içkili lokanta, meyhane kaldı mı bilmiyorum! Ama içkili yerler ve büfeler, bir ramazan kapanırdı. O nedenle, “akşamcılar”, “dayanamayanlar” arife gününden lojistik yaparlar, evlerinde demlenirlerdi. İlginçtir, fukaralık nedeniyle, artık “ispirto” içmeye başlayan ayakkabı boyacısı “Çeto”, oruç tutar, bir Ramazan boyu ağzına almazdı, “meredi”. Boya sandığı da, Kiçikapı’daOğulcuklu Sineması giriş yanındaydı. En iyi müşterisi de merhum Şemsettin Şemsettin… Ayakkabı boyatır, bir tomar para verirdi. 

***

Dostlar, çoğu ulemanın, “bidat” demeye başladığı Ramazan etkinlikleri, bizim ve bize has şeyler. Keşke yaşatabilsek… Ama bize has şeyleri kaybettiğimiz gibi “sosyal hayat” gibi Ramazan’ı da camiye hapsettik. Cami dışında göremez olduk. Belki var da ben bilmiyorum!

***

Bu ay, “hayr” ve “hasenat”ın doruklara çıktığı ay dedim. Amma lakin;“sağ elin verdiğinden sol elin haberi olmayacak!” emrine ne kadar uyuyoruz? Bilemem… Bu nedenle yapılan yardımlarda çok dikkatli olmak; insan onuruna yakışmayan davranışlar sergilememek gerekir. Hele hele kişiler ya da kurumlar adına dağıtılanları, kendi “himmeti”ymiş gibi yansıtmak, insanları “köleleştirmek”, hiç de doğru değil…

***

Bu nedenle, değerli belediye başkanlarımızın, iftar sofralarında, ellerine kepçe alıp misafirlere servis yapmalarını da doğru bulmam. Velev ki, kendi “keselerinden” çıkıyor da olsa… Doğru bulmadığımı da, çok kez belirtmiştim, bu köşeden. Tabii, kim okur, kim dinler!

***

Şimdi, “servis yapan” ya da yapacak olan başkanlara soruyorum: Amacınız ne? Yok, yapılan hizmet! “oya” dönükse, yazık, hem de çok yazık… Böyle bir amacın olmadığına, inanmak isterim… Amaç halisane de olsa, Allah rızası için de olsa, unutmayın insanlar “zahire göre” hareket ederler ve bu doğrultuda yorum yaparlar… Bir de siyasi rakibiniz ise, yandınız hem de nasıl? Demediklerini bırakmazlar…

***

İsterseniz konuyu, zamana uygun olmasa da, bir Hoca Nasrettin fıkrası ile anlatmaya çalışayım: Rahmetliye sormuşlar:

- Hocam, helada sakız çiğnemenin dinen bir sakıncası var mı?

- Yok olmasına yok da gören başka bir şey yediğini zanneder!...