İBRAHİM PEKBAY


İSTANBUL’A YOLCULUK…

Gece yatarken kafaya koydum, “Yarın İstanbul’a gideyim” dedim. Sabah kalktığımda hanıma; “Hazırlan İstanbul’a gidiyoruz. Valiz maliz almaya gerek yok, gidip geleceğiz” dedim. Yüzüme “N’oluyoruz?” gibisinden baktı…


Gece yatarken kafaya koydum, “Yarın İstanbul’a gideyim” dedim.

Sabah kalktığımda hanıma; “Hazırlan İstanbul’a gidiyoruz. Valiz maliz almaya gerek yok, gidip geleceğiz” dedim.

Yüzüme “N’oluyoruz?” gibisinden baktı…

“Bakma hadi gari.” Dedim, ben üzerimi giyinmiştim zaten.

O da isteksiz ve aynı zamanda şaşkın bir şekilde hazırlandı, evden çıkıp otoparka vardık…

Arabanın kapısını açıp içine otururken; “Sana demedim mi bu arabayı alma diye, baksana burnu dışarıda kalıyor, bir gün birisi burnunu götürecek” dedi…

Arabam, S600 Mercedes Long, olacak o kadar tabi ki…

Yola revan olduk, Çaydurt’a gelince otoyoldan çıktım, eski yola girdim. Doğruca Filiz Makarna lokantasına…

Kendime 5 peynirli ravyoli sipariş ederken, hanım kebap yedi.

Hesabı ödeyip çıktık, Kaynaşlı’ya kadar Bolu dağı eski yoldan gittik.

Kaynaşlı’da Bozbeyler dinlenme Tesisi sahibi dostum, arkadaşım olur. Ziyaretine varıp bir kahvesini içtikten sonra, Sapanca gölü kıyısına kadar devam ettim, orada da bir kahve içip, akşama İstanbul’a vardım.

Çocukları aradım, onları da aldım ve kafama koyduğum gibi balık lokantasına gidecektim.

Kaşıbeyaz’ın balık lokantası olmaz, Kaşıbeyaz Antepli, kebabı şahane olur…

Ama balık sonradan olma.

Ben, “Balıkçı Hasan’ı” tercih ettim.

Buralar, gençliğimizin ünlü yerleri idi…

Balıkçı Hasan’ın kapısında bir Vale, “Abi anahtarı alayım” dedi. Şöyle bir ters baktım, sanki S600 Long Mercedes arabamı salim bir şekilde park edecekmiş gibi. “Ben buraya park ettim, dursun burada” dedim.

Kapıda teşrifatçı karşıladı, “Rezervasyonunuz var mı?” dedi…

Ona, “Ankara’dan buraya özel olarak balık yemeğe geldim, rezervasyon yapılmış sayılmaz mı” diye yukarıdan yukardan bakarak cevap verdim.

Adam çaresiz, “Buyurun” dedi ve salonun en baba masasına bizi oturturken, “Rezerve” levhasını da almayı unutmadı.

Hemen ardında, elinde dört menü kartı ile bir garson koşarak geldi. Ona elimle yüksekten “İstemez” işretini yaptıktan sonra…

“Masayı deniz mahsulleri ile donat, birer tane de ana yemek olarak ıstakoz” dedim…

Adam yüzüme pel pel bakarken, “Ne duruyorsun evladım hadisene” dedim.

O gittikten sonra başında uzunca bir aşçı şapkası olan birisi geldi. Belli ki Master Şef, yani aşçıbaşı…

“Efendim… Dört adet ıstakoz istemişiniz ama her zaman bulunan bir şey değil, bugün tesadüfen iki ıstakozumuz var. Onları dörde bölsem de ikram etsek olur mu?”

Adama “Git iki daha tut da getir diyecek halimiz yok. O kadar görgüsüz de değiliz elbette, “Olur” dedim.

Adam gitti, ardından minyatür at arabasını çeken bir çocuk, ardında bir garson masaya yanaştı. Üzerinde ne var ne yoksa hepsini masaya koydu.

Şöyle bir baktım, içlerinde benim tanıdığım sadece kalamar ve karides vardı, ötekiler bildiğim bir şey değildi. Bir kaçını seçip iade ettim.

Garson, “Ne içersiniz” diye sordu, sandalyemin arkasına şööööyle bir yaslandım ve “Bir büyük rakı” dedim.

Hanım, “Yahu, n’apacaksın bir büyük rakıyı, bir duble istesene” dedi…

Ona, “Olsun, kalanını da şişesiyle alır götürürüz” dedim.

Istakozlar gelinceye kadar masadaki deniz mahsullerinden büyük bir çoğunluğunu bitirdik ve Istakoz geldi…

Kıpkırmızı, bütün uzantıları ile önümüze konuldu.

Önce şöyle bir bakıştık. Nasıl yenecekti ki? 

Önce garsonu çağırdım; “Evlat şöyle bi masamızın fotoğrafımızı çek bakalım” diyerek telefonumu verdim. Bir güzel fotoğraf da çekildik.

Sonuçta yiyebildiğimiz, daha doğrusu becerebildiğimiz kadar yedik ve hesabı istedim.

Hesap geldi, 80 bin lira, dört kişi…

Çektim kredi kartını “Şuradan çek evlat” dedim koltuğuma yaslanarak, ağa tavırları ile.

O karttan hesabı çekerken, ceketimin koyun cebinden bir deste 200 liralık çıkarttım; “Bunu da bahşiş kutunuza koyun” dedim.

Kalktık, arabaya bineceğiz, eşim itiraz etti.

“Trafik polisine yakalanırsak hem araba gider hem ehliyetin gider, hem de ceza yersin” dedi.

Güldüm, “Hanım” dedim, “Çevirme görürsek arabanın çakarlarını yakarım, zırt diye geçeriz, sen merak etme” dedim.

Hem S600 Mecdes Long aracın olacak, hem çakarın olmayacak haa…

Neyse, çocuklar bırakmadı, geceyi İstanbul’da geçirip, ertesi gün aynı özlem duyduğumuz yoldan Ankara’ya döndük.

Eve girdik hanım sokurdanmaya başladı…

“Bu kadar zaman içinde bir de Istakoz yemeye İstanbul’a gidilir mi be adam…”

Dedi yüksek perdeden.

Ben de “Beğenmedin mi, ne var, gittik geldik işte” dedim ki, ev sallanmaya başladı, küüüt diye bir ses…

Omuzumda bir ağrı, n’oldu derken içeriden eşim koşarak geldi…

Ben, yataktan aşağı düşmüşüm, omuzumun üzerine de…

“Bi şeyin var mı, n’oldu” dedi…

“Bi şey yok, İstanbul’dan geldiydik” dedim…

Hanım, kollarımdan tutup zor zahmet beni yatağın üzerine kaldırırken; “Sana demiyor muyum, gece yorganı üzerinden atma diye” dedi…

Vay beee…

Şimdi, S600 Long Mercedes hayal miydi?

Istakoz da hayal miydi?

80 bin lira hesap 20 bin lira bahşiş de mi hayaldi…

Hemen telefona koştum. Masada çektirdiğimiz fotoğrafı aradım, vay beee, o da hayal değil miy miş…

Olsun, Monako’ya, Maldivlere gidemediysek de hayalini de mi kurmayacaktık?