KADİR DAYIOĞLU


        KÖRÜN ARADIĞI BİR GÖZ…

“Körün aradığı bir göz, Allah verdi iki göz” Bu atasözümüzü şunun için verdim...


“Körün aradığı bir göz, Allah verdi iki göz” Bu atasözümüzü şunun için verdim: Hayatın her fakültesinde sıkışan “Cumhur İttifakı” çıkışı; din ve dince kutsallarda buldu. Bunun için de Diyanet’i ve onun Başkanı, Mustafa Kemal ve laiklikle ilgili olumsuz görüşleri belli Ali Erbaş Beyi, namlunun ağzına sürdü. O da kendisine yüklenen misyonu, kusursuzca yerine getirmeye devam ediyor.

***

Bundan meram belli ki, “Millet İttifakını” parçalamak, din ve dini konular üzerinden. Allah’tan muhalif partiler bu zokayı yutmadı ama muhalif görünen yazılı ve görsel basın yuttu bir haftadır, karşı atakta… O nedenle dedim; “Körün aradığı bir göz, Allah verdi iki göz!”

***

“Laik Cumhuriyeti” anlatmak, evvel emirde, tahrip edilen “laiklik” üzerinden değil, devraldığı beşeri, ekonomik ve fiziki mirası sık sık hatırlatmaktan geçer. Unutmayın hâlâ laikliği; “dinsizliğe, imansızlığa; “deizme, ateizme” açılan bir kapı olarak anlatıyorlar.

Nitekim MHP lideri Devlet Bey de, bu bağlamda, Erbaş’a destek verdi, “deizm, ateizm, milli ve manevi değerler”, diyerek. Tabii, siyaseten yaptı bunu. Önüne atılan topu, Erbaş’ın laiklik karşıtı tutumuna itirazları, gole çevirmek istedi.

***

Oysa Sayın Bahçeli çok iyi biliyor: Laiklik; ulus kimliğinin ve ulus devletin teminatıdır. Laikliğin olmadığı yerde “ulustan”, “ulus devletten” ve “vatandaşlıktan” da söz edemezsiniz. Nitekim Erbaş da, “kul” olduğumuzu hatırlatıyor. Öyle ya; kimin kuluyuz? Tanrı’nın mı yoksa onun yeryüzündeki temsilcisinin mi? Bunun peşinden; “ulul emre itaat!” gelir (Nisa/59).

***

Osmanlı’yı rol model alan, o dönemlerin özlemini çekenlere göre Cumhuriyet, Osmanlı’dan mükemmel işleyen, “inanç hayatı” pırıl pırıl, beşeri, fiziki, ekonomik sermayesi yüksek bir miras devraldı. Öyle anlatıyorlar ahaliye; “Cumhuriyet her şeyimizi yok etti!”, “bir gecede cahil kaldık!” diyorlar.

Oysa durum hiç de öyle değil. Ama sadece bunu anlatmak yetmez… AK Parti iktidarında gelinen noktayı, “3Y”’yi yani “yolsuzluk, yoksulluk ve yasakları” sürekli gündemde tutmak gerekir. İktidarın yumuşak karnı burası.

***

Mesela, Erdoğan Bayraktar’ın itirafları ile Ali Erbaş’ın “laiklik karşıtı” çıkışlarının eşzamanlı oluşu bir tesadüf mü? Bununla, hemen “17/25”in üzerine şal çektiler. Yok, önünüze atılan zokayı yutarsanız, sırtınız da yerden kalmaz. Unutmayın, ahalinin derdi, laiklik, “dua” falan değil. Derdi, “aş ve iş!”.

***

Devralınan miras tam bir felaket… Bozkır’da hiçbir şey yok. Anadolu sefalet içerisinde. Aslında bunu, 1900’lerin başında çekilen fotoğraflardan da bunu görürüz. Bırakınız Anadolu’yu, Payitaht, bir köyden farksız.

***

Ahmet Haşim'in 3 Eylül 1919 tarihinde dönemin Manisa milletvekili Refik Şevket Bey'e gönderdiği mektubunu Sözlük yazarı paylaşmış. Haşim'in 1919 Anadolu'sunun İçler Acısı halini anlattığı mektubu, “Sevgili Refik” diye başlıyor ve devam ediyor:

“…öncelikle bu bölgede kimler yaşıyor? Görülen harabelerin yapıcısı hangi cins yaratıktır? Bunu, köy ve kasaba diye gördüğümüz renksiz harabe yığınlarına bakıp anlamak asla mümkün olmamıştır.

Refik; Ankara’da, Almanya imparatorunun Anadolu hastalıklarını tetkik etmek üzere gönderdiği bir tıp heyeti… Anlamışlardır ki, Anadolu Türklerinin karınları kurtlarla yüklü ve kanları bu kurtların salgıladığı parazitlerle dolu bulunuyor. Cinsi, yakın bir yok olma ile tehdit eden bu hâlin sebebi neymiş bilir misin? Beslenme eksikliği.

***

Öyle ya, bir toplum sadece karbonhidratla (buğdayla) beslenir, hayvansal proteinden uzak kalırsa olacağı bu… Pisliği de “bilek kalınlığında dört lüle” çıkar.

***

Mektup devam ediyor: “…Her ne kadar garip görünse de Anadolu Türkleri henüz ekmek yapımından bile habersizdirler. … İstisnasız nakil araçları kağnıdır. …Bu âlet, hiç şüphe yok ki, taş devri keşfi ve aletlerindendir.”

“…Anadoluluların becerikliliği ancak öküz tezeğini kullanmakta ve onu kullanılmaya uygun bir hâle sokmak için buldukları çarelerin çeşitliliğinde görülür. Tezeğin bu adamlar nezdinde ki kıymeti hayret vericidir.

 Sürüler meraya çıkarken veyahut akşam şehre girerken kadın ve çocuk, gözleri nurlu bir noktaya cezp edilmiş gibi, öküz kıçlarından bir saniye dikkatlerini ayırmayarak ve yüzlerce rakipten geri kalmak korkusuyla seri adamlarla koşarak, öküz götünden düşen en ufak bok parçasını toplamak üzere dirseklerine kadar bulaşık elleri ve hırstan gözbebekleri fırlamış gözleriyle yere kapanırlar.

…Anadolu’nun duvarları bu öküz pislikleriyle sıvalıdır. Bütün havalarında o hoş koku solunur. Yemekleri, sütleri, ekmekleri hep tezek dumanının kokusuyla ele alınmaz bir hâldedir.”

“…Evlerine gelince, onlar da öyle: duvarlar yontulmamış alelâde taşların, çalı çırpının, leylek yuvasında olduğu gibi, gelişigüzel dizilmesinden hâsıl olmuştur. Baca nedir, bilir misin? Dibi kırık bir testi. Kızılırmak civarında, büsbütün ev inşasından da feragat ederek, toprağın maddesel özelliğinden yararlanarak dağları oymakla vücuda getirdikleri mağaralar içinde kuşlar gibi yaşarlar.

“…Anadolu, külliyen temizlikten mahrumdur. Sakallı Celâl’in dediği gibi en nefis bir icatları olan yoğurt bile pislik mahsulünden başka bir şey değildir.”

Gelelim, 1923’lerde Kayseri Sağlık Müdürlüğü yapan Dr. Hıfzı Nuri Beyin de anlattığı konuya: “Anadolu, hemen bir uçtan bir uca firengilidir. Anadoluların güzelliği de bozulmuştur.”

“…Niğde teftişi son bulmuştur. … İstanbul’a gidiyorum.''

“Kaynak: Güzel yazılar-mektuplar—Türk Dil Kurumu yayınları(s.67–72) -O. Karaveli, Sakallı Celâl, 5. baskı, 2004, Pergamon yayınları, s. 45-46.”